13 Mayıs 2012 Pazar

Özür Dilerim.


                                                                                                                                       1999

                -Anneanne benim babam da eve gelecek değil mi bir gün?
                -Gelir elbet oğlum. Üzülme sen.
Gelmedi elbet. Gelmeyeceğini de biliyordum aslında. İş olsun diye sormuştum. Yan komşumuzun kocası işten gelmişti. İki tane oğlu vardı. Ufuk ve Uğurdu isimleri yanlış anımsamıyorsam eğer. Çocuklar sokakta top oynuyorlardı. Ben de bakkalın bitişiğindeki, 2 odalı evimizin balkonunda oturmuş onları izliyordum anneannemde yanımdaydı. O zaman sordum o soruyu. Cevabı biliyordum. Şaşırtıcı değildi ama bir an üzüldüm. Sen yanımda yoktun o zaman. İyi ki yoktun, duymadın. Duysan kim bilir ne kadar üzülürdün. Aldığın karardan pişman olurdun belki de. İyi ki yoktun. İyi ki duymadın. Ya aldığın karardan pişman olsaydın?  Sende bekledin bence. Çocuk aklımla öyle düşündüm en azından. Benim gelmeyeceğini kabul etmem belki de seninkinden birazcık daha kısa sürdü. Çok da üzülmedim. Sen vardın. Sen herkese bedeldin küçük dünyamda. Küçüktü. Okulla ev arası gidip gelen yolu bile daha yeni öğrenmiştim. Tüm dünyam da ondan ibaretti. Yorulmuyordum, yormuyordun beni. Belki sen de bekledin. Biliyordun. Gelmeyecekti. Bende biliyordum. Gelmeyecekti. Sen vardın, gelmese de olurdu.

                                                                                                                                2000’lerde bir zaman…

                -Anneeeeee! Yemekte ne var?
                -Un çorbası ile bulgur pilavı yaptım oğlum.
                - Anne yine mi ya? Of!
Bilemedim elbet. Yokluğu da gözüm kesmiyordu o vakit. Elde yok avuç da yok lafı somut manasının dışına hiç çıkmıyordu. Cebinde kalan son 5 lira ile üç karın doyurmanın ne demek olduğunu uzunca bir zaman daha kestiremeyecektim belki de. Mutfakta açılıp kapanan çekmecelerin sesini duymam bir anlam ifade etmiyordu. Beyaz plastik çekmecenin başına dikilmiş, tek tek hepsini açıp kapatman bir şey çağrıştırmıyordu bana. Ben bilmiyordum, evde kalan son bulgurla, son unla yemek yaptığını ya da cebinde kalan son parayla bir paket makarna aldırdığını. Söylemiyordun çünkü. Yokluğun içindeyken de bilmiyordum sayende ne olduğunu. Hiçbir zaman hayata kötü bakmamızı istemedin. Zaman zaman içine düştüğümüz sıkıntılı durumlarda tüm yükü üstlenmek zorunda değildin halbuki. Söyleseydin. Bende bilseydim. Belki of demezdim sana.

                -Alo! Anne yine mi yemek yapmadan gittin işe ya. Öf yine mi ben yapacağım.
                -Oğlum erken çıkmam gerekti. Bir makarna haşla ya da bir çorba yap yiyin kardeşinle. Hadi güzel oğlum.
                -Of anne ya! Hep aynı şeyi yapıyorsun ha! Sanki ben uğraşmak zorundayım bunlarla.
Değil miyim? Aç olan bendim derde düşen sen. Biz okuldayken daha giderdin işe, gecenin kör saatlerine kadar çalışırdın. Bazı geceler sen geldiğinde biz uyumuş olurduk. Hatırlarım. Ranzanın başına gelir, saçımı okşar, öper, koklardın. Üzerimi örterdin sessizce. Sonra da kardeşime aynı şeyi yapardın. Bazen uyanırdım, uyuyormuş taklidi yapardım. Uyanırsam sen üzülürsün sanırdım. Yetmezdi onca yorulduğun evin bütün işine de sen koşardın. Ütü, temizlik, çamaşır, bulaşık… Yaptıklarını hiç görmezdim. Yapmadıklarını hemen yüzüne vururdum, sanki tüketmekten başka bir faydam varmış gibi. Evin işi yetmezdi birde dışarının işine koşardın. Elektriği, suyu, kömürü, odunu… Her şeyle sen ilgileniyordun. Bana da hazır doldurulmuş soba kazanının üzerine bir kibrit çakmak zor geliyordu.
                -Anne ya. Ayakkabı lazım bana. Ne zaman alırız?
                -Biraz bekle oğlum. Bu ara pek param yok. Olunca alırız.
                -Ne zaman olacak o para bilmem? Hiç yok ki…
İç çekerdin. Bazen dayanamaz “sanki var da mı almıyorum oğlum yapma Allah aşkına” derdin. Bilmezdim o zaman elbet. Bana hayatımın en öncelikli ihtiyacı ayakkabı gibi gelirdi. Sen ise babasız büyüyen iki çocuğu beslemenin, barındırmanın, giydirmenin, okutmanın derdiyle uğraşırdın. Hep sonradan itiraf ettin gizli gizli ağladığını. Ben çocukken hiç görmedim seni ağlarken. Ağlamazsın sanırdım hep. Ne kadar güçlü bak demiyordum elbet kendi kendime, belki de aklım ermiyordu. Ama bende yarattığın imaj hep o güçlü kadındı. İlk kez ağladığını gördüğümde yıkıldım sandım bir an. Sanki o güçlü kadın imajın gitmişti bir an. Benimde dünyaya olan inancım. Sonra sonra fark ettim, çaresizlik zor iş güçle alakası yok. Lisedeydim. Çalışmadığın bir döneme denk gelmişti. Parasız kaldığımız zaman istemiştin o adamdan ilk kez yardımı. Göndermedi elbet. Birkaç sefer okula gidememiştim. Devamsızlığım doldu diye rapor isteyen müdür yardımcısı ile konuştun, param yoktu gönderemedim demiştin. Yüzün kızarmıştı hafiften. İlk kez gördüm gözlerindeki o çaresizliği. Keşke dedim, keşke elimden bir şey gelse de silsem onu. Yapamadım elbet.
Şimdi dönüp bakıyorum da ben hiç iyi bir evlat olamadım. Eğer sen hala bu kadar çok seviyorsan beni, sen gerçekten dünya dışı bir varlıksın. Hiçbir insan kendisine arpa tanesi kadar faydası dokunmamış birini senin beni sevdiğin kadar sevemez. Bu yaşıma kadar iyi bir evlat olamadım belki ama bildiğim tek şey var. Sen bu dünyada benim başıma gelmiş, hatta herhangi bir insanın başına gelebilecek en güzel şeysin. Anne olmak ayrı, sen olabilmek ayrı. Şimdi söylüyorum elbet, seni seviyorum Anne!