İnsanların hafife aldığı kadar
ufak acılarım yok aslında. O gün de bu düşünceler vardı kafamda. Kırk tilkinin
de dolaşıp birbirine selam vermediği günlerden biriydi.
Gecenin yorgunluğu hala
üzerimdeydi sabah kalktığımda. Yatağın ucuna oturup hiçbir şey olmamış gibi
sigaramı yakmak istiyordum, ama olmuyordu. Zar zor sigaraya uzanıp yaktım
eninde sonunda. Olacağı da oydu. Her şey olacağına varıyordu nasıl olsa. Gecenin
yorgunluğu diyordum, gece karanık yüzünü güne bırakmıştı. O gün anladım aslında
gündüzün de karanlık olabileceğini. İçten içe biliyor ama konduramıyordum.
Evin içinde ikinci bir kişi, yan
yana uyuduğun, sarıldığın ama sabah kalktığında tamamıyla yabancılaştığın biri.
Mutfakta karşılaşınca zoraki bir gülümseme, içten gelmeyen bir günaydın ve onu
takip eden aynı samimiyetsizlikte bir öpücük. Ne kadar yürek parçalayan bir
sahne.
Masaya dizilen kahvaltılıklar
bile orada olmaktan rahatsızlık duyar gibi. Son çırpınışlarla, çırpınışlardan
kastım ufak hareketler değil, sudan çıkarılmış bir balık gibi muhabbet etmeye
çalışmak. Dur, dinle, cevap ver, konu tıkandı, yeni konu aç, devam et… Planlı,
zorunlu.
Bir tarafta evvelki gece verilen
tutulamayacak sözlerin ağırlığı, öbür tarafta son çabalar.
-
Peynir ister misin biraz daha canım?
-
Ben alırım tatlım ya, zahmet etme sen.
-
Olur mu öyle ya. Al bakalım.
Peşine bir gülücük, yanağa
kondurulan ufak bir öpücük. Soğuk, samimiyetsiz ama her şeyden çok korkak bir
öpücük. Bir sonraki adımın ne olacağını bilmeyen bir öpücük.
-
Ben sana bir çay koyayım. Çayın bitmiş, hiç
demiyorsun da. Yumurtayı beğendin mi?
-
Ben alırım canım ya, bekle dur. Yumurta da çok
güzel olmuş. Eline sağlık.
Bakışlar bir süre takılı kalır.
Sonra çayı biraz tezgahın üzerine
dökmemle kendime geldim aslında. Çayı verdikten sonra bezle sildim tezgahı. Kahvaltı
da bitti öyle böyle derken. Ne zaman geliyordu malum konuşma?
Sessizliği bozsun diye açılan
şarkıların gizliden gizliye ortamı daha da germeye başlaması da çok sürmedi
aslında. Son bir çaba ile atıldım.
-
Dans edelim hadi.
-
Olur.
İsteksizce tutulan eller ve Sezen
Aksu’nun aşk yüklü herhangi bir şarkısının tanık olabileceği en acıklı dans. Bir
süre sonra dans yerini sarılıp koklamaya bırakınca anladım aslında yavaş yavaş
veda vaktinin de geldiğini. Şarkı bitti mi, değişti mi bilmiyorum. Bir süre
sonra umursamadım. Ağır ağır birbirinden ayrılan vücutlar ama kenetli duran
eller. Neden bilmem ama bırakamadığım eller…
-
Uykun mu geldi?
-
Yemek yiyince mayıştım biraz canım ya. Hava da
sıcak ya, ondan. Uzanacağım ben biraz.
-
Tamam.
Uzanılan iki kişilik bir yatak. Sırtı
dönük yatan biri, boynunun altından kolumu uzatıp elini tutmaya, sarılmaya
çalışan ben. Bir süre öylece uzandım yanı sıra. Dokunmaya korkar gibiydim, bir
yandan da deli gibi sarılıp isterken. Bir süre sonra dayanamadım.
-
Kahve yapayım mı sana?
-
Olur, içerim. Dur ben suyunu koyayım.
Bir fincan kahvenin kırk yıl
hatrı var diyorlar ya. Anlamıyorum. Yarım fincan kahveyi içtim ancak kendi
kelimelerim boğazıma, onu kelimeleri zihnime düğümlenirken. Fincanın geri
kalanını ise lavaboya döktüm. Asıl bu kahvenin hatırası var, hatrı yok.
-
Karar verebildin mi?
-
Ne konuda?
-
Dün demiştik ya yarın konuşuruz diye, sabah
olsun da konuşuruz demiştik.
Sessizlik. Aslında her şeyi
anlatan bir sessizlik. Balkonun rüzgarda aheste aheste uçuşan perdesi de her
şeye bir ağır çekim havası ekliyor elbette. Zaman durmuş gibi. Kahveden bir
yudum alıyor, bir sigara daha yakıyorum. O bitince bir sigara daha yakıyorum.
-
Bir şey demedin…
-
Ne diyeyim ki?
-
Ne bileyim karar veremedin mi daha?
-
Bilmiyorum.
En sevdiğim cevap. Bilmiyorum. İnsanı
her yere götürebilecek bir bilet gibi. Ama sadece gidiş, dönüşü yok. He bir de
gideceğin yeri sen seçemiyorsun, onu da unutmamak gerek elbette.
-
Bence bir karara varmalısın artık. Ben de ona
göre davranayım.
-
Ayrılalım.
-
Bu mu kararın?
-
Evet, olmuyor. Gücüm kalmadı, yapamıyorum.
Hızlıca doğruldum olduğum yerden.
Her adımım da bir anı geliyor çarpıyordu yüzüme. İnsan o kadar kısa zamanda o
kadar çok anıyı nasıl biriktirebilirdi. Sadece balkondan mutfağı geçip koridora
gelene kadar bin tane farklı anı geldi aklıma. Bu yüzden sevmiyorum anıları,
çok çabuk birikip çok can yakıyorlar. Sanki dün şurada birlikte yemek
pişiriyorduk. Sanki bana özene bezene kahvaltı hazırladığın gün iki gün
önceydi.
Ağlayacak gibi oluyorum tam
koridora geçince. Duruyorum. Bir nefes alıyorum, derin bir nefes. Koridorda eşyaları
ilk getirdiğimiz gün geliyor aklıma. Bütün eşyaları odalar toplanana kadar
koridorda bıraktığımız, hoplaya zıplaya koridoru aşıp odalara girmeye
çalıştığımız gün…
Yatak odasına gidip hızlıca
üstümü değiştiriyorum. Ben de olan her şeyini bırakıyorum aynanın önüne. Sarılıp
huzurla uyuduğumuz yataktan yana yüzümü çevirmeden çıkmaya çalışıyorum. Bakarsam,
hatırlarsam gidemem diye korkuyorum aslında.
Hızlıca banyoya girip elimi
yüzümü yıkıyorum, diş fırçamı da sırt çantama atıp çıkıyorum banyodan. Işığı kapatmak
için geriye baktığımda aklıma geliyor ilk taşındığında banyoyu temizlemeye
çalışmam, birlikte aldığımız ilk duş. Işığı da kapatıp çıkıyorum.
Onun yanına gidiyorum balkona. Ağlıyor.
-
Neden ağlıyorsun?
-
Kolay mı?
-
Değil mi?
-
Değil.
-
Kolay değilse neden yaptın?
Yine sessizlik. Son sigaramı da
içip söndürüyorum. Kapının önüne kadar geliyor beni geçirmek için. Ağlamaya devam
ediyor. Ağlama diyorum. İçim elvermiyor ağlamasına. Avuç içlerimle yanaklarını
kavrayıp göz yaşlarını siliyorum. Ağlama!
-
Beni seviyor musun?
-
Seviyorum.
-
O zaman neden ayrılıyoruz? Seviyorsan söyle
elimden ne geliyorsa yapayım, bitirme ama. Kestirip atma.
-
Olmuyor.
Duymaktan en çok usandığım
kelime.
-
Pişman olur musun acaba?
-
Bilmiyorum.
-
Olursan bir saniye bekleme olur mu? Seni ne
kadar çok sevdiğimi biliyorsun değil mi?
-
Biliyorum.
İyi diyorum kendi kendime. En
azından bunu biliyor. Son kez sarılıyorum. İçini çeke çeke ağlıyor o, ben ise
kokluyorum boynunu. Son kez. Bırakamıyorum.
-
Beraber aldığımız şeylere de sahip çık. Onlar
hep bizim olsun.
-
Tamam.
Ağlamaya devam ediyor.
Anlamlandıramıyorum. Yine siliyorum göz yaşlarını.
-
Seni seviyorum.
-
Ben de seni.
-
Hoşça kal.
-
Hoşça kal.
Çıkıyorum evden. Hızlı adımlarla.
Arkama bakmamaya çalışıyorum. Ağlamaya başlıyorum. Apartmanın dışında, durağın
olduğu yere inen merdivenleri iniyorum. İlk kez, tüm yaz boyu ilk kez sıcak
umrumda değil. Durağa varmadan dönüp bir kez daha bakıyorum, acaba pencereden
de olsa bir kez daha görür müyüm diye. Göremiyorum, çıkmıyor pencereye. O da
benim ardımdan bakmıyor.
Birkaç gün geçiyor aradan. Annem
geliyor yanıma her gün.
-
Aradı mı?
-
Aramadı anne.
-
Tamam üzülme.
Birkaç gün sonra yine.
-
Aradı mı?
-
Aramadı anne. Aramayacak.
-
Tamam üzme kendini.
-
…
-
Ben de onu rüyamda gördüm.
-
Ne alaka anne ya? Nasıl gördün?
-
Benden helallik istiyordu. “Çok ekmeğini yedim
teyzeciğim, hakkını helal et” diyordu bana.
-
Hmm. İyi.
Bir süre sonra diğer insanları da
görmezden gelmeyi öğreniyorum sanırım. Yaşadığım ucuz bir romantik filmden
alınmış bu sahneleri kafamdan silmeye çalışıyorum, ne kadar başarılı olduğumu
kendimde bilmeden. An geliyor ona sinirleniyorum, an geliyor kendime.
Müzik dinliyorum elbette. Her
ayrılığın olmazsa olmazı. Sonra şaşırıyorum, insan aynı şarkılara ayrı acılarla
kaç kez hüzünlenebilir, umutlanabilir?
“Çünkü ayrılık da sevdaya dahil, çünkü ayrılanlar hala sevgili”
midir?
İnsanların hafife aldığı kadar
ufak acılarım yok aslında. İnsanların anlayamayacağı kadar büyük umutlarım var
sadece.