27 Kasım 2014 Perşembe

DENİZ FENERİ

            Uzun uzun yıllar önce uzak bir diyarda bir oğlan yaşarmış. Bu oğlan bir başına, kasabanın dışında, uçurumun kıyısında duran bir deniz fenerinde yaşarmış. Deniz fenerinin bekçiliğini yapmakmış bu oğlanın işi. Arada sırada kasabaya iner, kendisine bir iki hafta yetecek yiyeceğini, sessiz sedasız, esnaf dışında kimse ile konuşmadan alır, deniz fenerine geri dönermiş.
            Uzunca bir zaman kasabada çocukla alakalı bir sürü dedikodu çıkmış. “Delirdi” diyorlarmış oğlanın ardından. “Kimsesi kalmayınca kendini dağlara taşlara vurdu” diyorlarmış. Kimseye rahatsızlık vermeyen bu garip çocuğun bile arkasından konuşur olunmuş kasabada. Dedikodu başını alıp yürümüş. Kulaktan kulağa bir bir herkes konuşur olmuş. “Fenerci oğlan delirmiş” diye dedikodu edenler bir süre sonra kendileri de inanır olmuşlar söylediklerine, bir ağızdan çıkan bin ağza yayılmış. Yayılmış yayılmasına ama birin üstüne bin katılmış. “Fenerci iyiden iyiye delirmiş, geceleri ormanda bir başına gezermiş… Fenercinin kafa iyice gitmiş, geçenlerde yoldan geçenlere saldırmış…” gibi bir sürü yalan dolan demiş ahali oğlanın ardından. Anneler çocuklarını uyarırmış Fenerciyi görürlerse kaçsınlar diye. Böyle böyle kimse konuşmaz olmuş oğlanla. Oğlan da kimseyle konuşamamış. Bir iki kelam edecek kimsesi kalmamış geriye.
            Bir gün kasabadan dönmüş erzaklarını alıp. O gidip dönene kadar vakit akşam olmuş. Hava yavaştan kararmaya başlamış. Bir an evvel gidip geç olmadan aldıklarını yerleştirip işinin başına geçmesi gerekirmiş oğlanın. Ne de olsa yol gösteren oymuş geceleri gelip geçen gemilere…
            Erzak çuvalını yüklenmiş sırtına. Bir bir çıkmış deniz fenerinin merdivenlerini. Aldıklarını yerleştirmiş özenle. Yaşadığı yer küçük mü küçük, kutu kadar bir yermiş. Çok da uzun sürmemiş işi. Kendine biraz ıhlamur kaynatmış. Ihlamurunu da yanına alıp çıkmış fenerin olduğu kısma.
            Havanın iyice karardığından emin olunca yakmış feneri. Elindeki ıhlamuru gidip tazelemiş. Oturmuş camın önüne denizi izlemeye koyulmuş. Gelip geçen hiçbir gemi yokmuş o gece. Sadece dalgalı deniz.
            Birden bir karartı görmüş fenerin aydınlattığı kısımda. Bir gemi mi geliyor acaba diye düşünüp cama doğru iyice sokulmuş. Sadece karartı seçiliyormuş. Fenerin ışığı o yana düştüğünde görülen bir karaltı, aydınlığın içinde. Nefesinden buğulanan camı kolu ile silip yeniden sokulmuş. İyice bakmaya çalışmış yaklaşan karartının ne olduğunu anlamak için.
            Fenerin ışığı o yana vurdukça gözlerini dört açıyor, karartının olduğu yöne doğru bakıyormuş. Birden bire karartı yok olmuş ortalıktan. Ne olduğunu anlayamamış Fenerci. Dışarı çıkıp bakmak istemiş ama gecenin karanlığında bir şey göremeyeceğini düşünmüş. Tekrar tekrar bakmış aynı noktaya ama yine de bir şey görememiş. Hayal gördüğünü düşünüp yatıp uyumuş.
            Ertesi gün yine aynı saatte, koltuğuna kurulup denizi izlemeye başlamış. Yine aynı noktada, deniz fenerinin ışığı vurdukça beliren bir karartı görmüş Fenerci. Bu sefer dışarı konuş birden bire yerinden fırlayıp. Karartının gerçek olduğunu gözleriyle, yakından görmek istemiş. Uzaktan hiçbir şeye benzetememiş karartıyı Fenerci. Bağırmak istemiş ama rüzgarın ve dalgaların sesinden kimsenin onu duymayacağını fark edip susmuş. Bir anda bir ses duymuş Fenerci. “Gel” diyormuş ses “Bana gel. Yalnızlığına ortak olurum elbet senin. Sen yeter ki bana gel.”
            Tüm gücüyle bağırmış Fenerci “Kim var orada?” diye. Cevap gelmemiş. Tekrardan fenerin ışığı o tarafı aydınlattığında yok olmuş karartı…
            Sabah ilk iş kasabaya gitmiş Fenerci. Olanları birine anlatıp birine sormak istemiş neler olup bittiğini ama kasabaya varınca fark etmiş ki kimse ondan yana yüz çevirmiyor. Kadınlar verandalarından evlerine geçip kapıları kilitliyorlar. Sokakta yürüyenler ondan yana gelince yollarını değiştiriyorlar. Kime sorsam kimse anlatsam diye düşünmüş düşünmüş ama işin içinden çıkamamış.
            Kasaba meydanına vardığında artık kimse kalmamış sokaklarda. Onu gören kapısını bacasını kapatıp evine giriyormuş. Meydandaki çeşmenin yanında dikilmiş bir süre, etrafına bakmış lakin hiç kimseyi görememiş Fenerci. Ağzının kuruduğunu fark edip çeşmeye doğru eğilmiş. Bir anda ardında beliren gölgeyi fark edip doğrulmuş Fenerci. Arkasında yaşlı, hafiften kambur, kırışık yüzlü bir kadın belirmiş. Elinde bir değnek varmış kadının. Gözleri küçük ve kısıkmış. Fenerci yaşlı kadının gözlerinin görmediğini fark etmiş. “Yardım edeyim mi?” diye sormuş kadına. Kadın ses etmeden yavaşça elindeki küçük kabı uzatmış. Çocuk kabı önce çalkalayıp sonra doldurup kadına uzatmış. Kadın çeşmenin başındaki betona oturmak için değneği ile yolunu bulmuş, gidip oturmuş. Çocuğun uzattığı suyu bir dikişte içmiş. Yaşlı kadın eliyle işaret etmiş Fenerciye. Fenerci de geçip kadının yanına oturmuş.
            Kadın hiç ses etmeden beklemiş Fenerci bir şey söylesin diye. Fenerci tam ağzını açacak olmuş ki yaşlı kadın başlamış konuşmaya. “Ne aradığını bilirim. Neden aradığını da. Lakin bulması zordur. Ne istersen, ne dilersen elde edersin elbet, çabalamak gerek. Dilediğin şey Kara Ormanın derinindeki mağaradadır. Oraya var. Yolun varır da gidersen, gözün görür de bakarsan bulursun” demiş yaşlı kadın. Fenerci yerinden doğrulmuş. Yaşlı kadına yardım etmek için arkasını döndüğünde kadını görememiş. Kadın adeta yok olmuş.
            Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyen Fenerci evine doğru yol almış. Eve vardığında kadının söylediklerini düşünmüş ve yola düşme kararı almış. Evinden çıkmış koyulmuş yola.
            Kara Ormana varmak için az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş… Yolda gördüğü kim varsa sormuş, soruşturmuş sonunda ormanı bulmuş. Lakin orman adının hakkını verir cinstenmiş. Uzaktan bakmak bile Fenerciyi korkutmaya yetiyormuş. Uzun uzun ağaçların nerede bittiğini söylemek çok da mümkün değilmiş. Sanki göz alabildiğine uzanıyorlarmış Fenercinin önünde. Bir cesaret sürmüş atını ormanın içine. Gittikçe gitmiş, ormanın derinliklerine doğru. İlerledikçe ağaçlar sıklaşmış, havanın aydınlığı yerini ağaçların gölgelerine bırakmış. Ormana gireli baya vakit olmuş ama daha ne bir mağara ne de mağara çıkacak bir yol, bir patika görmüş Fenerci. En sonunda durmuş. Bir ağacın dalına atını bağlamış, yüksekçe bir taşın dibine oturmuş. Azığını açmış, içinden bir elma çıkarmış. Elmayı yere koymuş, matarasına uzanmak için o sırada elma yuvarlanıp büyük taşın altındaki bir deliğe girmiş. Elmayı almak için elini soktuğunda elma daha da ileri gitmiş ve bir süre sonra elmanın sekerek düştüğünü duymuş Fenerci. Taşın öbür yanına doğru gitmiş ne olduğunu görmek için.
            Taşın diğer tarafının bir giriş olduğunu fark etmiş. Aşağı, karanlığa doğru inen uzunca bir merdiven görmüş. Atının yanına gidip oradan gaz lambasını alıp yakıp aşağı doğru inmeye başlamış. Hiç bitmeyecek sandığı o merdivenler bir anda bitmiş ve geniş bir odaya açılmış. Dikkatlice duvardan yana yürüyen Fenerci duvarda bir adet meşale olduğunu görmüş ve lambanın aleviyle meşaleyi yakmış. Bir anda odanın her bir yanındaki meşaleler alev almış ve içerisi aydınlanmış. Oda sandığı yer aslında uzunca bir koridormuş. Diğer uca varmak için yürümüş de yürümüş Fenerci. Yürürken bir yandan duvardaki işlemeler dikkatini çekmiş, taşa bir bir, özenle oyulmuş desenler süslüyormuş duvarları. Diğer uca vardığında genişçe bir kapı ile karşılaşmış. Kapıyı açmak için bir hışım yüklenmiş kapıya. Kapı gürültülü bir şekilde gıcırdamış ve ancak aralanmış. Bir kez daha yüklenmiş tüm kuvvetiyle. Bu sefer geçebileceği kadar aralamış kapıyı.
            Kapının ardı karanlıkmış. Elindeki meşale ise ancak gözünün ucunu görmesine yetecek kadar aydınlatıyormuş odayı. Yine duvardan yana gitmiş meşaleleri bulmak için ama bu sefer duvarlarda meşaleleri bulamamış. Tam iyice duvara yanaşmışken ayağı boşluğa denk gelmiş bir anda Fenercinin ve ayağının altındaki taş yere doğru çökmüş. Birden o hizadaki bütün taşlar yere doğru çökmeye başlamış ve suyolu gibi bir yol oluşturmuşlar. Bu yola bir anda gaz yağı dolmaya başlamış. Fenerci elindeki meşaleyi gaz yağına doğru tutmuş. Birden bütün oda aydınlanmış. Dört bir duvarın dibinden aydınlık yükselmiş. Fenerci ne olduğunu anlamaya çalışırken kalın, tok bir ses duyuvermiş. “Kim var orada?” diye sormuş ses. Korkudan cevap verememiş Fenerci. Bir kez daha sormuş aynı soruyu derinden gelen ses. Fenerci bir kez yutkunup cümlesine başlamak üzereyken “ben…” demesiyle birlikte ses “Yaklaş” diye kükremiş.
            Fenerci sesin geldiği duvara doğru yanaşmış. Duvar ortadan ikiye ayrılmış ve duvarın içinden bir dev çıkıvermiş. Fenerci devden uzak durabilmek için geriye çekilmiş. Dev homurdan homurdana bir adım atmış. Sonra avucundaki kâğıdı Fenercinin önüne atıp git diye bağırmış. Fenerci kâğıdı yerden almış ve başlamış koşmaya. “Aradığını bulmuşsun, daha fazla arama” diye seslenmiş dev arkasından ama Fenerci tek solukla bütün yolu koşmuş taa merdivenlerin başına kadar. Merdivenleri de hızlıca çıkıvermiş. O kadar korkmuş ki kalbi göğsünden fırlayacak sanmış.
            Atının yanına geri gelip oturmuş. Devin kendisine verdiği kâğıdı açmış. Bir de ne görsün, bir harita. Kara ormanın her ucunu birleştiren orta yerindeki gölde bir adayı işaret ediyor. Fenerci direkt atına atlamış ve başlamış dörtnala gitmeye.
Bir süre sonra gölün kıyısına varmış Fenerci. Atını bir ağaca bağlayıp kıyıya doğru yürümüş. Adaya nasıl geçeceğini düşünmeye başlamış. Oturmuş, devin kendisine verdiği haritayı açmış ve bir kez daha incelemeye koyulmuş. Ne bir iskele, ne de bir bot görünüyormuş etrafta. Harita da hiçbir iz yokmuş adaya nasıl gidileceğine dair. Oturmuş gölün kıyısına, taş sektirmeye başlamış Fenerci adaya nasıl geçeceğini düşünürken. Uzunca bir süre taş sektirmiş oturduğu yerde. Birden eline bir taş gelmiş. Taş bembeyazmış, tuz gibi. Önce öylesine bir bakmış, incelemiş. Sonra omuzlarını silkmiş ve atmış taşı gölün üzerine. Taşın suya değmesiyle yer şiddetli bir biçimde sarsılmış kısa bir süre, sonra durmuş. Fenerci ne olduğunu anlayamamış. Taş aldığı yere bakıp aynı attığı taşa benzeyen iki tane daha taş görmüş. Onları da alıp tek tek atmış suyun içine. Üçüncü taşı atmasıyla birlikte sarsıntı iyice şiddetlenmiş ve suyun içerisinden dar, taş bir köprü çıkmış. Fenerci hızlıca yerinden doğrulup adanın olduğu tarafa doğru koşmaya başlamış ama köprü o kadar darmış ki bir süre sonra yavaşlamak zorunda kalmış. En sonunda güç bela da olsa adaya varmış. Kıyıya adımını atmasıyla köprü yok olmuş ve köprünün ayağının değdiği yerde göle attığı üç beyaz taş belirmiş. Onları alıp cebine koymuş Fenerci. Ve ağaçların arasında yürümeye başlamış.
Bir müddet yürüdükten sonra birinin şarkı söylediğini duymuş ve sesin geldiği yöne doğru yürümeye başlamış. Küçük tahta bir kulübe çıkmış karşına. Kulübenin arka tarafından geliyormuş ses. Yavaşça kulübenin yanına doğru yanaşmış ve arka tarafa doğru kafasını uzatmış. İpteki çamaşırlar kendi kendine katlanıyor ve sepete diziliyormuş, kimseyi görememiş Fenerci. Gözlerini ovalayıp bir kez daha bakmış. İyice eğilmiş bakmak için. Bu sırada ayağı bir taşa takılmış ve taş çamaşırların olduğu tarafa doğru yuvarlanmış. Şarkı bir anda durmuş ve şarkıyı söyleyen ses “Kim var orada? Göster yüzünü!” diye bağırmış. Fenerci şaşkın bir şekilde bir adım öne çıkmış ama kime ve neye doğru bakması gerektiğini bilmiyormuş. “Sen miydin?” demiş ses. Çamaşır sepetinin olduğu tarafta, kulübenin duvarında asılı olan siyah başlıklı bir pelerin birden hareketlenmiş ve biri onu giymeye başlamış. Fenerci şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibi olmuş. Ortalıkta hiç kimseler yokken bir anda pelerinin içerisinde güzel mi güzel bir kadın belirmiş. Fenerci sessizce kalakalmış olduğu yerde. Kadın Fenerciye doğru yaklaşıp pelerinin cebinden beş tane tohum çıkarmış. “Bu tohumları alıp deniz fenerinin doğuya bakan yanına ek, ama ekerken aralarında birer metre aralık bırak” demiş ve kulübeye girmiş. Fenerci olduğu yerde dikiliyormuş. Kadın kulübenin küçük camını açıp “Ee hadi git artık” deyip gülmüş.
Fenerci koşa koşa uzaklaşmış kulübeden. Gölün kıyısına gelince yine taşları birer birer suyun içine atmış ve taş köprüden geçmiş karşıya. Atına binip dosdoğru evinin yolunu tutmuş.
Ben diyeyim bir gün siz diyin on gün sonra Fenerci varmış evine. Kapıyı bile görmeden ilk iş deniz fenerinin doğu tarafına dönmüş yüzünü. Koşup duvara dayalı küreği almış başlamış tohumları ekmeye birinciyi ekmiş, bir metre arayla ikinciyi derken hepsini ekmiş tohumların ve can sularını da vermiş. Sonra başlamış beklemeye.
Günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları kovalamış. Fenerci tohumlara gözü gibi bakmasına rağmen bir tanesi bile yeşermemiş, filizlenmemiş. Tohumlardan bir iş çıkmadığı gibi günlerce, gecelerce beklediği o karartıyı ne bir daha görmüş, ne de bir daha o karartının içerisinden kendini çağıran sesi duymuş.
Günlerden bir gün Fenerci kasabanın yolunu tutmuş erzak almak için. Fenercinin uzunca bir süre ortadan kaybolduğunu duyan insanlar onun arkasından ettikleri dedikoduları iyice abartmış, Fenerci öldü demeye varana kadar bir sürü yeni söylenti çıkarmışlar. Fenerci başı önde kimseye ses etmeden dükkânlara girip bazılarından boş elle, bazılarından bir iki kese kâğıdı ile çıkmış. Heybesine doldurmuş aldıklarını. Çeşmenin başına gelip biraz su içmek için eğilmiş çeşmeye. Ardını döndüğünde kendisini Kara Ormana gönderen yaşlı kadını görmüş Fenerci. Fenerci daha ağzını bile açamadan yaşlı kadın “Aldın mı tohumları, ektin mi?” diye sormuş. Evet der gibi başını sallamış Fenerci meraklı gözlerle. Yaşlı kadın cebinden bir şişe çıkarıp vermiş Fenerciye. “Bu şişeyi al, bütün tohumların bugün dibini kaz, sonra da bu şişedekini eşit beş parçaya bölüp tohumlara dök” demiş. Fenerci şişeye bakarken kadın ortadan yok olmuş.
Hızlıca evine gitmiş Fenerci. Yaşlı teyzenin dediği gibi bütün tohumların dibini kazıp verdiği şişedeki suyu beş parçaya bölüp hepsine dökmüş. Başlamış beklemeye.
Ertesi sabah uyanıp koşarak bahçeye inmiş Fenerci. Bir de ne görsün! Uğruna onca macera yaşayıp ne umutlarla ektiği o tohumların olduğu yerlerden beş tane ayrık otu bitmiş. Sinirinden olduğu yerde zıplamış, bağırmış. Koşa koşa merdivenleri çıkıp evine girmiş. Oturmuş hıncından ağlamış.
Gece yine ıhlamurunu eline almış ve oturmuş camın karşısına. Denizi izlerken oturduğu yerden deniz fenerinin aydınlığının vurduğu bir noktadan yine aynı karartıyı görmüş. Karartı giderek yaklaşıyormuş. Fenerci bir hışımla koşmuş dışarı. “Kim var orada?” diye bağırmış. Cevap yok. Karartı giderek yaklaşmış ve bir insan siluetine bürünüp dikilmiş Fenercinin karşısına, bir gölge. Gölge ayrık otlarının olduğu yana doğru gitmiş. Bir bir eğilip hepsine bir şeyler fısıldamış ve sonuncuya da fısıldadıktan sonra, geçip hepsinin rengârenk goncaları olan gül fidelerine dönüşmesini izlemiş. Şaşkınlıkla gölgeye ve fidelere bakan Fenerci mutluluktan ağlamaya başlamış. Uğruna onca uğraş verdiği, o kadar hayalini kurduğu tohumlar en sonunda işe yarar bir hale gelmiş.
Gölge oracıkta sarmış Fenerciyi. Sıcacık bir yatak gibi. Fenerci mutluluk ve yorgunlukla uyuyakalmış.
Sabahın ilk ışıkları ile uyanmış Fenerci. Uzunca süredir bulamadığı huzuru bulmuş gibi mutlu bir şekilde, gülümseyerek. Sonra bir anda ne kadar üşüdüğünü fark etmiş. Kafasını gül fidelerinin olduğu yöne doğru çevirmiş. Fideler yok, yerlerinde yine ayrık otları var. Sinirden gidip hepsini sökmeye çalışmış tek tek ama kökleri çok derine iniyormuş. Hırsından gidip orakla hepsini kesmiş. Arkasını döndüğünde tekrardan bitmiş ayrık otları budadığı yerden. Çaresizce oturup ağlamış Fenerci, yapacak hiçbir şeyi olmadığı için.

Sonra geceler, günlerce, haftalarca, aylarca beklemiş Fenerci camın önünde aynı gölgenin gelmesini. Ne gelen olmuş, ne giden… Gitmiş, bakmış, aramış, sormuş… Ne yaşlı kadını bulabilmiş, ne devi ne de kendisine tohumları veren güzel kadını… Kendi ektiği bitmek bilmeyen, sonu gelmeyen ayrık otlarını biri gelip gonca güllere dönüştürsün diye beklemiş Fenerci… Kimse ne kadar beklediğini bilmemiş…

23 Ekim 2014 Perşembe

YARIM

            Sabah saat onu geçiyordu uyandığında. Az biraz gözünü araladı ve yatağının başucunda duran komodinin üzerindeki kol saatine uzandı. Saate baktı. Tekrar uykuya dalmak istemişti lakin uykusu da kaçmıştı. Zorla doğruldu yatakta, ayaklarını birden aşağıya salıverdi. Terlikleri buldu. Ayağına geçirdi. Uykulu haliyle yine aynı komodinin üzerinden saatin tam yanında duran sigara paketinden bir tane sigara aldı. El yordamıyla çakmağı da bulup sigarasını yaktı. Bir iki nefes çektikten sonra kalktı.

            Ağır adımlarla mutfağa doğru yürüdü. Çaydanlığı eline aldı, içine su koyup altını yaktı. Biraz durdu mutfakta. Sokaktan gelen sesleri dinledi. Sonra balkona doğru yöneldi. Tam karşı apartmanın büyük kapısının önünde bir kamyon durmuştu. Birkaç adam içinden eşyaları apartmanın önüne indiriyor, diğerleri ise onları alıp yukarı taşıyordu. Sokak çok dar bir sokaktı ve kamyonun orada duruyor olması herhangi bir araba geldiğinde soruna neden oluyordu. Gelen araçların şoförleri uzun uzun kornoya basıyor, yapılacak bir şey olmadığını fark ettiklerinde ise önce geçmeye çalışıyor daha sonra da geri geri gidip sokaktan çıkıyorlardı.

            Çayın suyu kaynamaya başlayınca mutfak dolabından çayı almak için uzandı. Çayı demledi. Bir sigara daha yaktı. Balkona çıktı tekrardan. Bir nefes çekti sigaradan. Sokağa indirilen eşyaların tam karşıdaki boş daireye taşındığını anladı. Sonra çayın taştığını fark edip acele ile ocağın başına gidip altını kıstı. Çay demlenirken ocağın solunda, kapının yanında duran buzdolabından kahvaltılıkları çıkardı masanın üzerine. Her zaman oturduğu yere oturmadı bu sefer. Balkona arkası dönük bir şekilde otururdu her zaman sofraya. Ama bu sefer balkonu görebilecek gibi kapıyı arkasına alarak oturdu. Hamalların eşyaları evin içerisine taşımasını izliyordu, bir yandan kahvaltısını yaparken.

            Doğruldu yerinden bir bardak daha çay koydu kendine. Kahvaltılıkları dizmeye başladı tekrardan dolaba. Bir yandan da mutfak tezgahının üzerinde duran sigara paketinden bir sigara daha aldı. Onu yakmaya çalışırken reçel kasesini elinden düşürdü. Kendi kendine küfür etti önce. Daha sonra balkona doğru çevirdi kafasını ve karşı apartmanın camından birinin ona doğru bakıp güldüğünü fark etti. Önce kızdı, suratındaki bakıştan karşıdaki kişi de kızdığını anlamış olacak ki gülmeyi kesti. Sonra artık yapılacak bir şey olmadığını fark edince o da gülümsedi. Sonra kafasını çevirip yere baktı. Reçel yayılmıştı. Banyodan bir bez alıp yerdekileri temizlemeye koyuldu. Temizlik bitince kafasını yine balkona doğru çevirdi. Karşıdaki yine onu izliyordu. Kasten mi yapıyordu yoksa sadece o baktığında mı göz göze geliyorlardı bir türlü çözememişti.

            Duş aldı, hazırlandı, evden çıktı. Hızlı adımlarla sokağın başındaki bakkala doğru yürüdü. Sigara alacaktı. İşe geç kalmıştı. Haliyle acelesi de vardı. Saate baktı, adımlarını biraz daha hızlandırdı. Bakkal tam o dar sokağın sonunda, köşeyi dönünce sağda kalıyordu. Tam köşeyi dönerken tekrar saatine bakmak için yeltendi ki birine çarptı. Durdu. Kafasını kaldırdığında onu gördü karşısında. Özür diledi. Hızlıca yürümeye devam etti. Kafasını arkaya çevirdiğinde onun olduğu yerden kendisine baktığını fark etti. Hemen önüne döndü, birkaç adım attıktan sonra fark etti yüzündeki gülümsemeyi. Ne olduğunu da pek anlamadı.


****

            Hiçbir zaman sabahları sevmemişti. Ama o gün işe erken gitmesi gerekiyordu ve sabah yedide zorla doğruldu yatağında. Kalktı. Yarı uyur yarı uyanık banyoya attı kendini. Duşunu aldı, giyindi. Mutfağa gidip ısıtıcının düğmesine bastı. Çocukluğundan beri sabahları erken kalkabilen, kalkar kalkmaz mutluluk saçan biri olmamıştı. Hatta çoğunlukla öğlene kadar hiçbir şey yemez sadece sigara içerdi. Isıtıcının kaynamasını beklerken birden camdan dışarı baktı. Karşıdaki, üzerinde komik bir mutfak önlüğüyle mutfakta bir yandan dans edip bir yandan kahvaltı hazırlıyordu kendine. Gülümsedi. O sırada karşıdaki de onun baktığını görüp durdu. O da gülümsedi. Biraz utanmıştı. Suratındaki gülümsemeden bile belli oluyordu.

            Mutfak dolabından büyükçe bir kupa çıkardı. İçine iki tatlı kaşığı dolusu kahve koydu. Kaynayan sudan ekledi üzerine. Tadına baktı. Sonra biraz daha kahve ekledi. Ayılması gerekiyordu. Yine geçti kapıya arkası dönük, balkondan dışarıyı görebilecek bir şekilde oturdu. Bir de sigara yaktı kahvenin yanına. O sırada karşıdaki ona doğru bakıyordu, bir anda elindeki tavayı işaret etti ve gülümsedi. Ne yapmaya çalıştığını anlamamıştı. Anlam veremeyen gözlerle ona doğru bakıyordu. Bu sefer karşıdaki el kol hareketleriyle anlattı derdini. Yemek isteyip istemeyeceğini soruyordu. O da gülümsedi. Sonrasında dudaklarını hafif büzüp kafasını iki yana doğru salladı.


****

            Akşam işten geç vakitte dönmüştü. Oldukça yorgundu ve eve girer girmez ayağında resmen ağırlık yapmaya başlayan ayakkabılarını bir köşeye fırlattı. Sinirliydi ve kötü bir gün geçirmişti. Karnı açtı. Hızlıca üstünü değiştirip mutfağa gitti. Buzdolabını açtı, kapadı, yiyecek bir şey yoktu. Salona geçti. Açlığı dayanılır gibi değildi. Bir süre sonra bir daha mutfağa yöneldi. Çekmecelere baktı ama oradan da bir şey çıkmadı.

            Karşıdaki mutfağında ışığı yanıyordu. Loş bir ışık vardı orada. Karşıdaki elinde bir kadeh ile camın önüne kurulmuş olan biteni izliyordu. Onu fark edince gülümsedi zoraki bir şekilde. Sonra bir şey bulamayınca mutfakta kalkıp tekrardan salona geçti. Oturdu, televizyonu açtı, bir sigara içti, tam televizyon karşısında uyuklamaya başlıyordu ki kapı çaldı. Kısa bir zil sesi. Gidip kapıya baktı kimse yoktu. Paspasın üzerine bir tepsi içerisinde, bir tabak yemek ile bir kadeh şarap bırakılmıştı. Bir de küçük not: Afiyet Olsun.

            Şaşırdı, ne yapacağını bilemedi. Bir süre apartmanda merdivenlerden aşağıya doğru baktı ama kimseyi göremedi. Sonra elindeki tepsiyle öylece olduğu yerde kalakaldı. Kapıyı kapattı bir süre sonra. Elindeki tepsiyi götürüp salondaki geniş sehpanın üzerine bıraktı. Bir sigara yaktı. Tepsideki kadehi aldı eline, bir yudum aldı şaraptan. Sonra mutfağa gidip karşıdakine bakmak geldi aklına. Elinde kadehle gitti mutfağa. Karşıdaki olduğu yerden onu izliyordu. Onun şaşkın şaşkın baktığını fark edince kadehini kaldırdı ona doğru ve gülümsedi.


****

            Tabaklar ve tepsi mutfakta öylece duruyordu. Aradan birkaç zaman geçmişti ama nasıl götürüp vereceğini, ne diyeceğini bilemiyordu. En sonunda izin gününde bir cesaret ile birkaç bir şey hazırlayıp tabakları doldurup götürmeye karar verdi. Önce güzel kurabiyeler yapmayı denedi ama çok başarılı olmamıştı. Sonra kek, o da kabarmadı. En son sinirlenip, anahtarını alıp çıktı evden. Yakınlardaki pastaneye gitti. Kurabiye kek gibi şeyler alıp geldi eve. Onları tabaklara koydu. Kadehin içerisine de dolaptan çıkardığı şaraptan dolduracaktı ki son anda vazgeçti. Şişeyi olduğu gibi tepsinin içerisine koydu. Anahtarını cebine atıp elindeki tepsiyle çıktı sokağa ve diğer apartmana girdi. Hızlıca çıktı merdivenleri. Onun oturduğu kata geldiğinde nefes nefese kalmıştı.
            Kapıyı çaldı. Bir süre bekledi. Açan olmadı. Bir kez daha çaldı. Sonra içeriden ayak sesleri duyuldu. Kapı açıldı. Karşıdaki ona bakıp gülümsedi bir an, sonra içeri girmesini söylermişçesine kapının ağzından çekildi ve eliyle gel diye işaret etti.

            Salona geçip birlikte oturdular. Elindeki tepsiyi masanın üzerine bıraktı. Ev sahibi mutfaktan bir kadeh daha getirip şarap doldurdu iki kadehe de… Ve kadehini ona doğru kaldırdı.

****

            Bir zaman sonra birbirlerine camdan selam vermek yerine, canları sıkıldıklarında kapıyı çalar olmuşlardı. Bir gün biri elinde kurabiyeler ve şarapla gidiyor, öbür gün diğeri… Sohbet saatlerce sürüyor ama birbirlerinden sıkılmıyorlardı. Gecenin ilerleyen saatlerinde sözcükler bakışlara, bakışlar öpüşlere, öpüşler dokunuşlara dönüyor, en sonunda sarılıp uyumanın verdiği huzuru keşfediyorlardı birlikte. Böyle böyle günler ayları, aylar yılları kovalıyor, zamanın nasıl geçtiğini ikisi de anlamıyordu.


                                                                       ****

            Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, anam düştü beşikten, babam atladı geçti eşikten… Günlerden bir gün…

            Günlerden herhangi bir gündü işte. Mühim değil. Bu hikaye de aslında her hikaye gibi biraz masal gibi başlamıştı. Tam baş karakterimiz dara düştüğünde iyiliğin içerisinden çıkıp gelen kahramanımız kurtarmıştı başkarakterimizi.

            Yalnızlığın tam orta yerinde oturuyordu baş karakterimiz, Çocuk. İsmi Çocuk. Yalnızlığın tam orta yerinde oturuyordu Çocuk. Çevresini saran hiçbir şey, hiç kimse yok. Göz alabildiğine boşluk. Güneşin gün doğumunda tam olarak nereden çıktığını ve gün batımında nereye gittiğini bile söylemek zordu onun için. Havanın aydınlığından anlıyordu sabah olduğunu ve başlıyordu yürümeye. Başlayan her masal mutlu sonla bitmiyor, büyük bir çoğunluğu kötülüğe ve karanlığa doğru devam ediyordu. Ve hayat her zaman bekliyordu bir parça şeker vermek için elindeki her şeyden olmanı.

            Yalnızlığın tam orta yerinde oturuyordu Çocuk. Gidişlere ve bitişlere anlam veremeden…






26 Ağustos 2014 Salı

GÖLGE

            Yatağına ters uzanmıştı. Baş kısmına ayaklarını uzatmıştı. Kafasının altında kılıfı birbirinden farklı olan iki yastık. Hayatında hiçbir şey birbirini tutmuyordu. Yastık kılıflarının birbiriyle aynı olmaması onu hiç de ilgilendirmemişti.

            Tavana dikmişti gözlerini. Boş boş tavana bakıyordu. Neredeyse bir aydır aynı rutini tekrarlıyordu. Aynı şeyleri düşünüyordu. Arada sırada düşünceleri ağır gelince biraz ağlıyor, sonra sakinleşiyor, yeniden koyuluyordu düşünmeye koyuluyordu.

            Kendinden sıkılınca kalkıp gidip bir fincan çay ya da kahve yapıyor, mutfağın kapısından eğilip salondan içeriye doğru bakıyor, kimse ile göz göze gelmeden odasına geri dönüyordu.

            Yattığı yerden gardırobun aynasına bakıyordu arada sıra halini görmek için. Aynadaki yansımanın acizliğine üzülüp yüzünü tavandan yana çeviriyordu yine. Küçücük odada, küçücük dünyasında ilk kez kendini kapana kısılmış hissetmiyordu. Hissedecek onca başka şey varken buna fırsat kalmamıştı belki de. İçindeki boşluğun, derin derin kuyuların sonunu kendisi de göremiyor, hissedemiyor, bilmiyordu. Kurcalamaktan da vazgeçmişti. Kurcaladıkça daha da derine gidiyor, bir daha da çıkamıyordu. Tavanın beyazına bakması da bu yüzdendi belki de. İçinde bulunan karanlığa az da olsa aydınlık taşımak. Ama o da işe yaramıyordu.

            Yine böyle bir günde, gecede uzandı yatağına. Tavana bakmaya başladı yine. Aklına dolanan melodi artık canını sıkmaya başlamıştı. Peşi sıra görüntüleri de getiriyordu çünkü. Anılar. Mutlu, mutsuz anılar. Düşündükçe, aklına geldikçe mutsuz eden anılarından bile mutlu olmaya başlamıştı. Özlem. Umut.

            Sımsıkı kapattı gözlerini. Hissetmek, görmek, düşünmek istemiyordu. İçindeki karanlığa kaçar hatta çekilir gibiydi. Birden bire ayak bileklerini iki elin kavradığını hissetti. Garip bir şekilde bir haz duydu bundan. İçindeki boşluk hafifçe kapanmaya başladı. Hissetmiyordu artık o boşluğu.

            Ayak bileklerindeki eller yavaş yavaş yukarı doğru çıkmaya başladı. Baldırlarına doğru çıkıyor, resmen tenini okşuyordu. Bu durum ona haz veriyor, gözlerini kapalı tutmaya devam ediyordu. Nefes alış verişi değişmişti. Sanki hissettiği bu haz tüm hücrelerine ayrı ayrı dağılıyordu.

            Giderek üzerinde bir ağırlık hissetmeye başladı. Kollarını gerinir gibi arkaya atmış, bacaklarını ileri doğru uzatmıştı. Bir anda bacaklarında öpücükler hissetmeye başladı. Önce birinde, sonra diğerinde, birkaç kez ardı ardına. Öpücüklerin ona verdiği haz ile belini ve kalçasını yatağın içerisinde kıvırıyordu.

            Yan dönmeye çalıştı. Döndükten sonra duvar ile kendi arasında kalan boşluğun dolduğunu hissetti. Bir çift kol, kendi kollarının altından onu sarıyor, göğüslerini okşuyordu. Göğüslerinden kasığına doğru iniyor sonra geri yukarı geliyordu. Ensesinden boynuna doğru nefes hissediyor, hatta sesini duyuyordu. Yavaş yavaş terlemeye başladı. Kokuya varana kadar her şey yerli yerinde, tastamamdı. Sanki sarılırken, eller onu okşarken daha da küçülmek ister gibi bacaklarını kendine doğru çekti. Bir kolunu başının altına almış, diğer kolunu başının üzerinden uzatmış bir şekilde, hafif terli, derin derin nefes alarak duruyordu yatakta.

            Eller uzanıp usulca üzerindekileri çıkarmaya başladılar. Karşı koymadı. Koyamadı. Bir yandan da bacaklarından boynuna geçen öpücükleri düşünüyordu. Şimdi sımsıkı sarmışlardı vücudunu. Kıpırdayamıyor gibiydi. Çırılçıplak kalmıştı yatağın içerisinde. Tekrardan sırt üstü yattı. Kollarını geriye doğru açtı. Üzerinde bir ağırlık hissetti. Bir anda dudaklarını ve yanaklarını öpmeye başladı. Gözlerini hiç açmıyordu. Bir gölgeyle sevişir gibiydi.

            Yavaş yavaş kasları hareketlenmeye ve kasılmaya başlamıştı. Farkında olmasa da kendini biraz geriyor, sonra gevşetiyordu.

            Bir anda yüzükoyun döndü yatağa. Bu sefer ağırlığı sırtında ve kalçalarında hissediyordu. Öpücükler omuzlarında. Hafif bir acı hissetti. Saldı sonra kendini. Nefes alışverişi hızlandı. Terlemesi de arttı. Sanki artık gölge ile tek vücut olmuş gibi hissediyordu. Arada bir kalçasını ve belini hareket ettiriyordu, biraz zaman geçtikçe artık kendisi hareket etmeyi bırakmış tüm hareketi onun yapmasına izin veriyordu.

            Hafifçe ileri geri gidip geliyordu, yatağın yaylarından sesler çıkmaya başlamıştı. Artık kendini komple bırakmıştı. Terden hafif ıslanmış omuzlarındaki, boynundaki öpücüklerin arasında kaybolmuştu. Birden irkildi. Sanki bütün vücudu titredi…

            Bir süre olduğu yerde kaldı öylece. Nefes alışverişi normale döndüğünde doğruldu yerinden, açtı gözlerini. Yanı başında duran komodinin üzerinden sigarasını alıp bir sigara yaktı. Bir iki nefes çekip küllüğe bıraktıktan sonra yerdeki kıyafetlerini toparlayıp geçiriverdi üzerine. Çıktı odadan.


            Mutfağa doğru gitti, salonun kapısından hafifçe eğilip içeri doğru baktı. Kimse ile göz göze gelmeden mutfağa girdi hızlıca. Bir fincan çay aldı kendine…

11 Ağustos 2014 Pazartesi

SİGARA

Günlerden ne bilmiyorsun. Saatin hiç önemi yok. Fark etmiyor senin için. Hayatında bir şey değiştirmeyecekler. Biliyorsun. Sabah olacak, öğlen olacak, gece olacak, eylül olacak, ekim olacak, kasım olacak… Yetmeyecek, bitmeyecek. Durmayacak ama senin için bir şey değişmeyecek. Zaman bir şeyi değiştirmeyecek.

Sen her zaman aynı sahnelerin insanı olacaksın. Zamanında sana yazılan ya da bizzat kendi ellerinle yazdığın sahneleri isteksizce oynayacaksın. İstemeyeceksin elbet böyle olsun ama elinden de bir şey gelmeyecek.

Çocukken mutluyduk, en büyük derdimiz karın getirdiği tatildi. Öyle mi? Değildi. Çocukken, çocuk olabiliyorsan mutlu olursun. Çocuk olamıyorsan eğer mutlu da olamazsın. Hayat insana ya çocuk olmayı öğretir ya da çocuk olamamayı. Çocuk olamamayı öğrendiysen eğer sen ve hep senden daha çocuk olanlar varsa işte o zaman çocuk olmak bir anlam ifade etmez. Kar tatiline çocuklar sevinir, çocuk olabilenler. Sen ise çocuk olabilenlerin arasında çocuk olmayı göreceksin. Sadece ismen bileceksin. Saflığın senin içinde değil, arkanda kalmış olacak. Geriye dönüp baktıkça göreceksin.

Sonra yıllar geçecek, zaman elbette durmayacak. Ne değişecek? Sen çocuk bile olamadın ki. Genç mi olacaksın, yetişkin mi olacaksın? Yaşlanacak mısın? Olmayacak bunlar. Sen hep arada kalmış bir hayat yaşayacaksın. Yarım. Geçen zaman bir tek seni götürmeyecek elbet peşi sıra. Senin zamanında çocuk olanlar genç olacaklar, yetişkin olacaklar, yaşlanacaklar. Sen ise gördüklerinle yetineceksin. Genç olmak, yetişkin olmak, yaşlı olmak nasıl bir şeymiş onları izleyerek öğreneceksin.

Sabah kalkacaksın. Bir anlam taşımayacak sabahlar. Yeni gün sana yeni sürprizlerle gelmeyecek. Yeni gün sadece zamanında çocuk olabilenlere yeni sürprizler getirir. Sana değil.  Giyineceksin, sevdiğin, belki de sevmediğin işine gideceksin aynı yollardan yürüyerek. Aynı dükkanların önünden kıvrılıp geçeceksin. Belki aynı insanları göreceksin, belki farklı. Ne değişecek ki?

Öğlen yemek, sonra iş, sonra ev derken geçip gidecek elbet zaman. Sen ise her akşam eve geldiğinde iki kelam az etmek için hızlıca yiyeceksin yemeğini. İçindekileri kimseye haykırmamak için yutacaksın her lokma ile birlikte hızlıca sözlerini. Nasıl olsa dinlediğin bir şarkıda, izlediğin bir filmde dökersin içini. Onlar sana nasıl olman gerektiğini anlatır. Mutlu çiftler görür, mutlu hissedersin. Aşk kokan bir şarkı dinler, mutlu hissedersin. Ama mutlu olmazsın. Olamazsın. Nasıl mutlu olacağını ya hiç öğrenmemişsindir ya da çoktan unutmuşsundur.

Sonra bir sigara yakarsın yalnızlığının eşliğinde. Arkaya da acıklı bir müzik açarsın. Düşüneceksin, düşünmen gerek. Düşünerek çözeceksin çünkü bu zamana kadar çözemediğin her şeyi. O an fark edersin ne kadar çok şey olduğunu. O kadar çoktur ki düşüneceklerin, düşünmeyi unutursun, nasıl düşüneceğini. Aklında bir iki sorun varken bir anda karanlık basar zihnini. Bir tanesine odaklanırsın o karanlığın ardından. Diğerlerinin üzerine bir perde çeker gibi. Kapatırsın, görmezsin. Görmezsen, mutlu hissedersin. Gitti, bitti sanırsın. Gitmez, bitmez. Bir sonraki gün başka biri alır o düşüncenin yerini. Eskisi ise perdenin ardındaki yerini alır.

Sonra biri çıkar elbette. Sen ise çaresizlik ve umutsuzlukla dolu hayatının her bir ilmeğini sıkı sıkı düğümlersin mutluluğa. Artık tutunacak bir dalın vardır. Sırtını dayayacağın biri. Yorulduğunda elinden tutacak biri vardır artık. Tutarsın elini, sırtını dayarsın, dayanağın oluverir bir anda. Aynı hızla düğümler çözülür, bıçakla kesilmiş gibi. Bir anda düşersin. Toparlanırsın yavaşça olduğun yerden, Doğrulduğunda sırtını dayamak için geriye doğru yaslandığında bir kez daha düşersin. Kalkarsın elbet. Ama geriye anılar kalır. Diken gibi her anımsadığında zihnine batan. Anılarla avunmaya çalışırsın sen de çünkü filmlerde öyle yaparlar. Yavaş yavaş zehirler seni anılar ama sen farkına bile varmazsın.

İnsanlardan uzak durmak istersin. Başaramazsın. Görmen gerek mutlu olmayı. Bilmen gerek var olduğunu. Fikrin güzelliği bile yetecektir seni çekmeye. Onca insanın arasında sen, suratındaki acıyı saklayan gülümseme ile oturursun. Bakarsın etrafına. Mutluluğun bir izini aramak için.

Zaman geçer. Evine gidersin, işine gidersin, sokağa çıkarsın, odana girersin. Zaman elbet geçer. Senin için yine de bir şey değişmez. Sen hep aynı sen olarak kalırsın.

Bu rutinin içerisinde devam edersin hayatına. Bir gün gelir, bir büfeye girersin bir paket sigara almak için. Kafanı çok da kaldırmadan, dalgın bir şekilde istediğini söyleyip parayı uzatırsın tezgahın arkasındaki yaşlı amcaya. Sigarayı alırsın, hızlıca koyarsın cebine. Konuşmadan çıkmak için dönüverirsin arkanı hemencecik. O anda duyduğun ses biraz burkar içini.

“Genç! Genç! Paranın üstünü unuttun!”

Genç mi? Sen çocuk bile olamadın ki…



2 Ağustos 2014 Cumartesi

ESMER GÜNLER

Sen beni bırakıp böyle gitmezdin hiç! Yapmazdın.


            Sofanın orta yerinde, sırtını üst kata çıkan merdivene, yüzünü verandaya açılan geniş kapıya dönmüş bir şekilde dimdik duruyordu. Eğilmeyi reddedercesine omuzları dimdik. Geri gelir sanıp uzunca süre olduğu yerden verandaya doğru baktı. Bir adım atmadı geniş ahşap kapıyı kapatmak ya da üst kata çıkan merdivenlere oturmak için.

            Gölgesi bile gitmişti hâlbuki. Evin içerisindeki kokusu bile yok olmuştu bir anda. Arkasına bakmış mıydı sahi, görmemişti, anımsamıyordu. Her şey böylesine yarım kalmışken düşünemedi tüm bunları.

            Bir an arkasından gitmek geldi içinden. Bir adım atar oldu geniş ahşap kapıya doğru. Geri çekti adımını aniden. Sanki ayağının altından kayıyordu yer. Başı mı dönüyordu? Deprem mi oluyordu? Sabit kaldı olduğu yerde. Adımını geri çekip aynı yerine hizası hizasına koydu. Duruşunu bozmadan bir süre daha olduğu yerde durup verandaya açılan geniş kapıdan dışarı doğru bakmaya devam etti. Arkasına dönecek oluyordu, içi el vermiyordu. Kapıyı örtecek oluyordu, içi el vermiyordu. Olduğu yerde öylece dışarı baktı sadece…


Yapma, yapma…  …Sen misin her şeyi silmekten bahseden?  Böyle gitmek var mıydı?

           
Salonda, canım kenarına koyduğu tekli koltukta oturup çayını yudumluyordu. Yağmuru severdi, izliyordu. Koskoca evdeki tek ses yağmurun cama vuruş sesiydi. Yarım yamalak kalan fısıltılar, sözlerde silinmişti kulağından. Zor atmıştı onları. Anılar duruyor bir yerde bekçi gibi başını bekliyorlardı adeta. Kurtulana kadar kendini hapiste gibi hissetti. Nefes alamıyordu. Konuşamıyordu. Bir söz edecek olsa boğazında düğümleniyordu. İpe dizilmiş boncuk gibi aynen geri yutuyordu içindekileri, sıra sıra.

            Tekli koltuğun çaprazında, salonun girişindeki kapının biraz arkasında kalan, ahşap oyma kitaplığa ilişti gözü bir an. Kitapların bir tanesinin arasında ince bir kağıt parçası sallanıyordu aşağıya doğru. Meraklandı ama yağmur seyrini yarıda bırakıp gidip bakmak istemiyordu. Kitaplıktan öte çevirdi yüzünü ve dışarıyı izlemeye devam etti bir süre. Aklının bir yerinde kalmıştı ama o kağıt parçası.

            Çayından bir yudum daha aldı ve fincanı bıraktı altlığına. Yerinden doğruldu hafifçe yüzünü kitaplıktan yana çevirdi. Koyu kahve, oyma, ahşap kitaplığın yanına kadar geldi, sarkan kağıt parçasını aldı eline.

“…Bir gece,
      Bir gün,
      Bir dün,
      Bir zaman,
      Bir Adam,
      Gelip sırtını dayadı.


      Bildim.
      Işık bende…”

            O an kafasında birden sesi beliriverdi. “ Çok beğendim, daha önce kimse bana şiir yazmamıştı ki.” İrkildi. Nereden çıkmıştı şimdi bu. Onca zaman başında bekleyen anılar daha yeni yeni gitmişken nereden gelmişti bu kağıt.

            Hızlıca katlayıp koydu kağıdı rastgele bir kitabın arasına. Atmaya gönlü razı olmadı, ama rastgele bir kitap seçti kapağına bile bakmadan. Bunca zaman içinden sıyırıp, hatta kazıyıp atmak istedikleri bir bir beliriyordu sanki gözünün önünde, burnunun dibinde.

            Her şeyden evvel kokusu geldi. Çıktı salondan. Sofaya geçti. Geniş ahşap kapıyı açtı. Evin içerisi bir anda yaz yağmurundan ıslanmış toprağın kokusu ile doldu. Yine aynı yerde, aynı acıların, anıların başında nöbet tutuyordu.


Demek yine bana hüsran, bana yine hasret var. Yine bana esmer günler düştü.


            Yatağından kalktı yavaşça. Doğruldu. Ayağına geçirdi terliklerini gece bıraktığı yerden. Komodinin üzerinde duran bardağına uzanıp bir yudum su içti, hemen onun yanında duran sigarasından bir tane yaktı, iki nefes çekip kül tablasına bıraktı. Kalktı, elini yüzünü yıkadı. Geri gelip üstüne bir şeyler giydi. Serin gibi hissetmiş olacak ki ince bir hırka aldı üzerine.

            Odanın içerisine şöyle bir göz gezdirdi. Yürümeye başladı. Yatağın diğer başına kadar gelip yatağa dokundu. Sanki her şey birer birer siliniyordu. Yürümeye devam etti, odada hiçbir eşya kalmayana kadar. Tam hayalindeki gibi bir yatak odası seçmişti kendine.

            Çıktı odadan üst katın holünde gezerken gözüne hep istediği o tablo takıldı. Yavaşça siliniyordu. Duvarların boyası da soluk bir hal almıştı, hep hayal ettiği o mavi değildi sanki giderek beyaza çalıyordu.

            Merdivenlerden aşağıya inerken tırabzanlardan destek aldı, ahşap, eski tırabzanlar da her adımıyla gözden kayboluyordu. Bir adım yukarı yoktu artık.

            Mutfağa girdi. Hayalini kurduğu, deli gibi istediği u şeklinde tezgahı olan mutfağına şöylece bir baktı. Çok severek aldığı kahve fincanları rafın üzerinde birer birer gözden kayboluyorlardı, çok vakit geçmeden durduğu yerden bakılınca bir raf da görünmez olmuştu zaten.

             Mutfağın kapısını kapatıp yüzünü verandaya açılan geniş ahşap kapıya döndüğünde ise artık arkasında bir mutfak kalmamıştı. Gözünün önünde her şey silinip gidiyordu.

            İlerledi. Ahşap kapının sağında duran portmantonun yanındaki ayakkabılarını aldı, geçirdi ayağına bağcıklarını bağlamadan. Ahşap kapıya doğru yürüdü, verandaya çıktı, solunda çok istediği sallanan sandalyesi olacaktı ama yoktu.

            Verandadan bahçeye inen iki geniş basamağı adımladı. İndi, iki adım attı ileri doğru. Yere eğildi, yerden bir taş aldı. Arkasına bile dönmeden fırlattı taşı, boşluğa. Bir zamanlar evinin olduğu yerde artık hiçbir şey yoktu o taştan başka.

            Ne kadar çok hayal etmişti o evi.


Yapma… Yapma…
           



29 Nisan 2014 Salı

Yok Olmak / Var olmak



Ağaçların arasında kaybolmuş gibiydi. Nerede olduğunu bilmiyordu. Tarih, gün, saat hiçbir şey yoktu aklında. Adını bile anımsamıyordu. Düşünemiyordu da en başlarda. Etrafına bakındı bir süre neler olduğunu anlamlandırmak için ama çevresindeki hiçbir şey ona bir çağrışım yapması konusunda yardımcı olmadı.

Sonra sonra dikkatlice incelemeye başladı. Güneş tam tepede duruyordu. Öğlene yakın bir vakit olması gerekiyordu. Sonra çevresine bakınmaya devam etti. Birkaç adım attı. Ayaklarının altında çıtırdayan, az biraz nemli, kahverengi yaprakları görünce sonbahar olabileceğini düşündü. Havanın sıcaklığından sonbaharın ortalarında bir yerlerinde olduğunu düşündü. Sıcak ama çok da sıcak değil. Rüzgar estikçe insanın içini kaplayan ufak bir ürperme de sonbaharın bir habercisiydi aslında.

Adımlarını sıklaştırdıkça ayağının altında çıtırdayan yaprakların çıkardığı sesler de artmaya başladı. Yaprakların altında kalan, hatta zaman zaman ayağının kaymasına sebep olan nemli topraktan bir süre evvel yağmur yağdığını anladı. Ağaçlar giderek sıklaşıyor diye düşünürken bir anda bir tepenin yamacına geldi. Başladı hafif hafif tepeye çıkmaya. Oradan etrafa ne olduğuna bakacaktı.

Yolun yarısına vardığında artık yorulmuştu. Nefes alış verişi hızlanmış, rüzgar estiğinde içini kaplayan ürperme duygusu onu terk etmiş, yerini alnından süzülen terler almıştı. Birkaç adım daha attıktan sonra ağaçlardan destek alarak yürümeye devam etti.

Tepeye vardığında öncelikle soluklandı. Ellerini dizlerinin üzerine koydu, hafifçe eğildi. Yorulmuştu. Acelesi neydi bilmiyordu ama tepeyi çıkarken bir an bile duraksamamıştı. Sanki arkasından bir şey kovalıyordu.

Doğruldu yavaşça, çevresine bakmaya başladı. O sıklaşan ağaçların, tepenin ardında tek tük kaldığını fark etti önce. Sonra da peşi sıra gelen küçük göleti gördü. Ağaçların seyrelmesinden dolayı olacak ki burada rüzgar daha bir hissedilir olmuştu.

Göletin hemen ardında, diğer ucunda bir ev çekti dikkatini. Beyaz bir ev. Uzaktan sadece evin rengi ve pencereleri belli oluyordu. Oraya doğru yürümeye karar verdi. Vakit çok da geç olmadan, hava kararmadan oraya varmalıydı. Varmak için ise göletin etrafından dolanması gerekiyordu.

Yürümeye koyuldu. Artık ayaklarını altında çıtırdayan yapraklar yoktu. Yaprak örtüsü yerini, ne kısa ne uzun, orta boylu çimenlere bırakmıştı. Çimenler arada bir bileğine değdikçe huylanıyordu.

Hızlı adımlarla yolu yarıladı. Evin etrafının çitlerle çevrili olduğunu fark etti yürüdükçe. Büyükçe bir bahçesi vardı evin. Bahçenin içerisinde ise uzaktan ne olduğu seçilemeyen sadece renklerinden farklı olduğu anlaşılan çiçekler vardı.

Biraz daha yaklaştı eve. Artık evin camları net olarak görülebiliyordu. Bembeyaz ev, aslında ahşaptı, sadece beyaza boyanmıştı. Pencerelerin hemen bitiminden başlayan yine beyaza boyanmış panjurlar vardı. Bütün hepsi açıktı. Kapalı olan tek bir panjur yoktu. Hatta üst katlardan birinin penceresi açıktı, rüzgardan olsa gerek ki tül dalgalanıyordu camın bir ucundan. Bunu görünce sevindi. Evde biri olmalı diye düşündü kendi kendine. Adımlarını daha da sıklaştırdı.

Artık evin iyice yakınına gelmişti, hatta bahçe kapısı ile arasında 10 adımlık bir mesafe ya vardı ya yoktu. Yakından daha da güzel görünüyordu ev. Verandasına birkaç basamakla çıkılıyordu evin. Tamamı bembeyaz olmasına rağmen ilginç bir şekilde verandadaki tahtalar kendi renginde bırakılmış, hatta koyu da bir vernikle cilalanmıştı. Giriş kapısının hemen yanı sıra dizili saksılar vardı.

Bahçe kapısını açtı. İçeri doğru adım attı. Bahçe çok düzenliydi. Rengarenk çiçeklerle bezeli olduğu uzaktan da seçilebiliyordu lakin içine girince düzen daha da bir belli ediyordu kendine. Çiçeklerin arasında kalan, eski ama yıpranmamış taş bir yol vardı evin verandasına kadar giden. Taşların hemen bitiminde ise verandaya çıkan, yine ahşaptan yapılma basamaklar vardı. Basamakların sağ ve sol yanında küçük, dikdörtgen pencereler vardı; büyük olasılıkla evin bodrum katına ait olan.

Adımları yavaşlamıştı. Etrafını inceleyerek ilerliyordu artık. Bu yavaş adımlarla vardı verandanın basamaklarına. Ama çıkmadı ilk basamağı. Merakından olsa gerek oraya varınca ilk işi bodruma ait olduğunu düşündüğü pencereden içeri baktı hafifçe eğilerek, önce sağ, sonra sol… Bir şey göremedi. Karanlıktı. Güneşinde yavaş yavaş tepeden indiğini fark etti. Yolculuğunun bu kadar uzun süreceğini düşünmemişti. Ama neredeyse güneş batmak üzereydi. Gökyüzünün mavisi gitmiş, yerini kızıllığa bırakmıştı.

Çıktı basamakları, vardı giriş kapısının önüne. Kapı da aynı verandanın ahşap zemini gibi olduğu gibi bırakılmış lakin koyu renkli bir vernikle cilalanmıştı. Kapının tam orta yerinde büyük ihtimal demirden dökülmüş, kalınca bir kapı tokmağı duruyordu. Elini attı, çaldı kapıyı. Tokmak göründüğünden daha da ağırdı. Bahçenin şaşaalı görünüşünün yanında, evin kapısında ya da duvarlarında hiçbir işleme yoktu. Kıyasla onlar olabildiğince sadeydi.

Ses yoktu. İçeriden ses gelmiyordu. Bir kez daha elini götürdü kapı tokmağına ve çaldı. Yine ses gelmedi. Tam üçüncüye elini götürecekken içeriden önce ayak sesleri duyuldu sonrasında ise bir ses “Geliyorum” diye seslendi. Kadın sesiydi.

Kapı açıldı. Ardından orta boylu, orta yaşlı bir kadın çıktı, tahmini 35- 40 yaşlarında. Üzerinde çiçek desenli bir elbise vardı. Elbisesinin üstünde bir önlük vardı, uçları dantel işlemeli.

“Gelsene” dedi kadın, “Geç kaldın. Ben de seni bekliyordum.” Şaşırdı. Ne diyeceğini bilemeden ayakkabılarını çıkarmaya çalıştı çünkü kadın bir yandan da kolundan tutmuş onu içeriye çekmeye çalışıyordu. “Çıkarma, çıkarma. Gerek yok canım. Aaa, sen de. İlk kez geldiğin yer mi canım?” diye söylendi kadın bir yandan.

Eve girdi. İlk olarak dikkatini çeken evin içindeki vanilya kokusu olmuştu. Kek veya kurabiye tarzı bir şey piştiği daha bu kokudan çok belliydi. Etrafına anlam veremeyerek bakıyordu. Ne evdeki bir eşya ne de kadının suratı kendisine tanıdık gelmişti.

Giriş çok büyük değildi. Kapıdan girer girmez, on adım ötede üst kata çıkan merdivenler duruyordu. Solda portmanto ile merdivenlerin arasında salona giren kapı vardı. Onun tam karşısında ise gelen kokuların merkezi olan mutfak. Neredeyse akşam olmasına rağmen evin için aydınlıktı, üstelik ışıklar da yanmıyordu.

Apar topar salona götürdü kadın onu. “Geç şöyle otur canım. Ben de hemen bir çay suyu koyayım.” dedi. Bir iki adım atmıştı ki arkasına döndü, oturmadığını görünce “Kız otursana. Allah iyiliğini vermesin. Rahatına bak. Ne diye ayakta duruyorsun yabancı yerdeymiş gibi?” dedi.

Anlam veremiyordu. Bu kadını tanımıyordu. Ne ev, ne gölet ne de orman tanıdık gelmişti. Sadece mutfaktan gelen bu vanilya kokusu tanıdık geliyordu.

Kadın hızlı adımlar çıktı mutfaktan. Ayağında üzerindeki elbise ile uyumlu renkte ev terlikleri vardı. Salona girdi. “Çay demlenir beş dakika sonra… Bu ne ya, üstün başın çamur olmuş… Sana giyecek bir şeyler vereyim mi? Ya buranın havası bu zamanlarda böyle, bir yağmur bir güneş. Hiç belli olmuyor. Ben de dışarı çıkınca üstüm başım çamur oluyor. Geçenlerde bahçeye bakmaya çıktım, çiçeklerin dibini falan eşeledim az biraz hava alsın toprak diye. Artık onların da son zamanı. Bir iki haftaya kalmaz biter onlarda, solarlar. Havalar soğuyor malum. Neyse… Ne diyordum? Heee. Giyecek bir şeyler getireyim ben sana değil mi? Getireyim, getireyim.” Susmadı, nefes almadan kurdu bu cümlelerin hepsini ya da o an o öyle hissetti. Cevap vermesi için kendisine fırsat bile vermemişti.

Hızlıca çıktı odadan, merdivenleri çıktı, ayak sesleri geliyordu. Muhtemelen salonun hemen üstünde bulunan odadaydı. Birkaç çekmecenin açılıp kapanma sesi geldi. Peşi sıra hızlanan adımlar önce odadan dışarı, oradan da merdivenleri izledi. Sonra kadın kapıda belirdi. “Al bunları geçir üzerine. Üstündeki de nemlenmiş. Terlemişsin de. Maazallah hasta olursun canım, gezilir mi böyle? Hadi sen çık üst kattaki odada üzerini değiştir. Ben de çayı koyayım. Çok da güzel kek yaptım. Kakaolu. Seversin sen hem. Yeriz, sohbet ederiz bir yandan da… Aaa. Hala bakıyor. Alsana canım şunları. Hadi bakayım.” dedi, kıkırdadı sonra da kendi kendine. Şen şakrak, gülümsediğini belli eden bir sesle söylene söylene mutfağa doğru gitti.

Kadının eline tutuşturduğu giysilerle çıktı merdivenlerden yukarı. Geniş bir odaya çıkmıştı, bu odadan diğer odalara giriş vardı. Solda 2 kapı, sağda 2. tam merdivenden çıkar çıkmaz insanın karşısına bir sedir çıkıyordu. Sedirin olduğu duvarın dibi boydan boya camdı. Camın önünde ise renk renk çiçeklerle bezeli saksılar vardı.

Salonun üzerinde kaldığını tahmin ettiği odaya girmedi, yatak odasıdır herhalde diye düşünüp. Hemen yanında bulunan kapıyı açtığında ise oranın banyo olduğunu fark etti. Banyo boydan boya mermer kaplıydı. En uçta, köşede bir kurna vardı, eskiden kalma. İçeri girdi, elini yüzünü yıkadı. Çıktı.

Bu sefer sağ da kalan kapıyı denedi. Açtı. İçeri kafasını uzattığında, cam kenarındaki yatakta yatan ve kafası dışarı dönük yaşlı bir kadın fark etti. Tam çıkacaktı ki yaşlı kadın “Hoş geldin. Nerede kaldın ki? Bizim deli kız bütün gün seni bekledi. Kek yaptı sana. Nasılsın evladım” dedi.

Yaşlı kadının suratına bakakaldı. Hiçbir anlam veremiyordu. Tanımıyordu bu kadınları. Neredeydi? Kiminleydi? Bu kadınlar nereden tanıyordu onu? Bulamadı. Derken ardından yaklaşan ayak seslerini duyup döndü. “Aaa. Sen hala üzerini değiştirmedin mi? Aşk olsun. Hadi gel, gel. Benim odada giyin. Bir şey olmaz canım” dedi kadın ve çekiştire çekiştire banyonun yanındaki odaya götürdü onu. Girdi. Üzerini değiştirdi. Kadının ona verdiği kıyafetler tam olmuştu üzerine.

Aşağıya indi, salona girdiğinde kadın kendisinin oturduğu koltuğun tam karşısındaki tekli koltuğa oturmuş, ellerini dizlerinin üzerine koymuş onu bekliyordu. İki koltuğun da yanında ufak sehpalar vardı. İkisinin de üzerinde tabaklara koyulmuş iki dilim kek ve bir bardak demli çay vardı.

Geçti. Oturdu. Kadın yine başladı konuşmaya “Otur, otur. Kekten de al. Çayını da soğutma hadi. Ee yesene. Beğenmedin mi?”

Bir parça yedi kekten. Çok beğenmişti. Gülümsedi kadına. Kadın da ona gülümsedi. Keki beğendiğini anlamıştı. Bir zafer kazanmış edası vardı kadının suratında. Kadın konuştukça konuştu. Ne dediğini dinlemeyi bırakmıştı artık. Sürekli oradan buradan, havadan sudan konuşuyordu.

Kekler bitti, çayından da son yudumunu aldı. Dışarıdan bir arabanın sesi duyuldu, ses git gide eve doğru yaklaşıyordu. Kadın yerinden kalktı. “Benimki geldi herhalde” dedi. Kapıya doğru yöneldi.

O da kadınla beraber kalktı. Gitmeliydi artık. Hava kararmıştı. Nereye gidecekti? Neredeydi ki? Bu kadın konuşmasına bile fırsat vermemişti.

Kadın kapıyı açmış, kolunu kapıya dayamış bekliyordu. Kadının kolunun altından geçti. Verandaya çıktı. Arabanın farları gözlerini almıştı. O esnada bahçenin sol tarafında oynayan küçük bir kız çocuğu olduğunu fark etti.

Yürümeye başladı. Kadın ardından nereye gidiyorsun dedi. Umursamadı. Arabanın yanından geçti gitti. Adımlarını hızlandırdı. Korkmaya başlamıştı. Arabanın kapısı açıldı. Bu sesi duyunca daha da hızlandırdı adımlarını. Koşar adım gidiyordu artık. Araban bir adam indi, uzun boylu, 35-40 yaşlarında bir adam.

“Semra!” diye bağırdı adam.

Önce orada oynayan çocuk baktı adama doğru. Gülümsedi.

Sonra kapının ardında duran kadın “Efendim canım” diye seslendi adama.

En son üst kattaki yaşlı teyze “Efendim, bana mı seslendin evladım?” diye çıktı cama.

Adam hiç birinden yana bakmadı. Koşar adım bizimkinin peşinden geldi. Kolundan tuttu. Kendisine doğru çevirdi.

“Semra! Nereye gidiyorsun canım?” dedi. Tuttu sarıldı. O açıdan evin verandasına baktı bizimki. Bahçede oynayan çocuk yoktu. Kapı ardına kadar açıktı ama kimse görünmüyordu. Üst katın camı da açıktı, yaşlı teyze yoktu. Sadece rüzgardan dolayı uçuşan tül görünüyordu.

“Semra ne oldu?” dedi adam…

Semra kim diye düşündü kendi kendine. Adam koluna girdi. Yavaş adımlarla içeri götürdü onu…

16 Mart 2014 Pazar

ÇOCUK

                        Bundan uzun uzun yıllar önce, uzak mı uzak bir diyarda bir renkler cümbüşü varmış. Bu diyar o kadar uzakmış ki giden dünyanın sonuna vardım sanırmış. Git git bitmeyen bu yolların gizemini yıllar yılı hiç kimse çözememiş. Uzaklardan varan ise hiç geldiği yere geri dönmemiş. Bir daha sonsuza kadar bu diyar da yaşamış.

                        Göz alabildiğine rengârenk. Gökkuşağının tüm renkleri ile bezeliymiş bu diyar. Bu köyün her bir taşı, ağacı, evi, ırmakları hepsi rengârenk. Bir bakanın bir daha bakmasına sebep olan, daha önce hiç kimsenin görmediği renkler varmış bu diyarda.

                        Meyveleri, sebzeleri her yerinkinden farklı, suyu her sudan daha tatlıymış. Yağmur yağdığında parıl parıl parlayan sokakları herkesi kendine hayran bırakıyormuş. Dar sokaklar boyunca uzanan, karşılıklı dizilmiş evler göreni hayrete düşürüyormuş. Küçük verandaları; dikdörtgen, minik camları ve duvarlarındaki eşsiz desenleri ile bir çiçek bahçesini andırıyorlarmış biraz tepeden bakıldığında.

                        Ötelerde, iki dağın arasından akarak gelen ırmak köye yaklaşınca asıl rengini belli ediyor, köyün içinden geçerken zikzaklar çiziyor ve adeta köyü tüm güzelliği ile ikiye bölüyormuş. İnsanlar bu ırmağın üzerine bile renkli renkli tahtalardan köprüler yapmışlar.

                        İnsanlar demişken, burada herkes güler yüzlüymüş. Kadınlar çiçek desenleri elbiseler, erkekler ise rengârenk gömlekler giyiyorlarmış.

                        Bir gün tepenin başında, köye giden yolun en başında bir çocuk belirivermiş. Çocuk dediğime de bakmayın. Yaklaştıkça anlamış ahali onun bir delikanlı olduğunu.

                        Delikanlı yaklaştıkça ahali şaşırmış. Üzerinde siyah renkli bir gömlek ile siyah renkli bir pantolon varmış. Dışarıdan gelenler hep burada yaşarmış dedik ama dışarıdan gelen de pek olmazmış zaten. Bir kişi ya da iki kişi görülmüş şu ana kadar. Onların da kim olduğunu unutmuşlar, zaman geçmiş üzerinden, kimse kimseye bir şey dememiş.

                        Uzun yolu yürümüş delikanlı, yaklaştıkça insanlar bir araya toparlanıp onu seyretmeye başlamışlar. Köprüden geçmeye çalıştığında herkes aksi yöne sıyırmış kendini, delikanlıya değmemek için.

                        Gözlerini yerden fazla ayırmamış delikanlı. Dümdüz yürümeye devam etmiş. Sonra köyün orta yerinde, içinde rengârenk balıklar olan minik havuzun başında duran banka oturmuş. Herkes şaşkın gözlerle çocuğu izlemeye devam etmiş.

                        Delikanlı olduğu yerde uyuyakalmış. Gözlerini açtığında herkesin onu izlemeye devam ettiğini fark etmiş. Uzun yolun ve susuzluğun da etkisiyle dili damağına yapışmış delikanlının. Bir bardak su istemek için ayağa kalktığında herkes birden koşuşturmaya başlamış. İnsanlar evlerinin dükkanlarının kapılarını delikanlının suratına kapatmaya başlamışlar bir bir. Delikanlı çok şaşırmış. Ne olduğunu anlayamamış.

                        Yavaş yavaş yürümeye başlamış tekrardan. Bir iki ev geçtikten sonra, solunda kalan ilk evin verandasına iki basamak ile çıkmış. Kapıyı çalmış. Açan yok. Birkaç ev sonra yine denemiş şansını. Yine açan yok. Bir süre düşünmüş ama bir çıkar yol bulamamış. Eninde sonunda bir evin önüne gelmiş ve sadece bir bardak su istiyorum diye seslenmiş içeri kapıyı çalarken. Kapı biraz aralanmış. İçeriden bir bardak su uzatmış bir el. Tam açmadan. Çocuk suyu alır almaz da kapı aniden kapanmış.
                        Uzun yolun verdiği yorgunluktan olacak ki yavaş yavaş acıkmaya başlamış bizim çocuk. Birkaç ev daha geçmiş. Artık işin yolunu öğrendim diye düşünmüş kendi kendine. Bir evin kapısını çalmış. Sadece bir parça ekmek istiyorum diye seslenmiş aynı sırada. Evin kapısı ardına kadar açılmış bir anda. Sarı üzerine rengarenk çiçek desenli kapının ardında, çiçek desenli elbisesi ile bir kadın belirmiş. Bir parça ekmek varmış kadının elinde. Ama çocuk evin içine bakınca şaşmış kalmış. Bunca rengin arasında evin tüm duvarları simsiyah boya ile kaplıymış. Bütün eşyalar simsiyah, tavadan tencereye, halıdan perdeye…

                        Kadın ekmeği uzatmış. Çocuk ekmeği alır almaz kapatmış kadın kapıyı. Çocuk merak içerisinde kalmış. Birkaç ev sonra yine çalmış bir kapıyı. Ben sadece bir parça peynir isteyecektim demiş çocuk. Mavi üzerine kuş desenli kapı açılmış, ardı sıra bir kadın. Yine üzerinde çiçek desenli elbiseler. Çocuk peyniri daha almadan içeriye göz atmış. İçerisi yine kapkara. Çocuk peyniri alır almaz kapatmış kadın kapıyı.

                        Çocuk hiçbir anlam verememiş bütün bu olanlara. Dağları taşları rengarenk olan, ırmağı bile gökkuşağı gibi akan bu köyde neden bütün evler simsiyah diye düşünmüş kendi kendine ama bir sonuca varamamış. Aklını kurcalamış durmuş. Aldığı peynirle ekmeği katık edip yemiş. Sonra yolun kenarında oturup biraz dinlenmiş. Bu sırada yine susamış.

                        Yürümeye devam etmiş bir yandan. Birden dikkatini bir karartı çekmiş. Köyün çıkışına doğru kalan yerde simsiyah bir eve takılmış çocuğun gözü. Yürümeye başlamış çocuk bir yandan neler olduğunu anlamaya çalışarak. Bu sefer şansını o evde denemek istemiş. Kapıya kadar varmış. Tam kapıyı çalıp su için seslenecekken bir anda duraksamış. Tekrardan düşünmüş.

                        Kapıyı tıklamış, bir yandan da seslenmiş “Sadece bir bardak suya ve yatacak bir yere ihtiyacım var” diye. Kapı aniden ardına kadar açılmış. Simsiyah kapının ardında, simsiyah kıyafetlerin içerisinde biri belirmiş. Karşısındaki adam çocuğun gözlerine bakmış direkt. Eliyle içeri girmesi için işaret etmiş çocuğa. Çocuk içeri girince bir kez daha şaşmış kalmış. İçerideki tüm her şey rengarenkmiş.

                        Çocuk boş gözlerle adama bakmış, adam hiç sesini çıkarmamış. Koltuğun üzerine bulut desenli bir çarşaf takımı ile kapkara pijamalar bırakmış. Bir bardak da su koymuş koltuğun yanındaki sehpaya.


                        Çocuk hiç sesini çıkarmadan çarşafları sermeye koyulmuş. Çarşafları serip, yatağın ucuna oturmuş ve suyunu içmiş. Sonra adama bakmış. Adam çocuğu seyrediyormuş. Çocuk şaşkın gözlerle üzerine değiştirmek için adamın çıkmasını bekliyormuş ama adam çıkmamış. Çocuk çırılçıplak soyunmuş. Üzerindeki kıyafetlerden kurtulduğu anda çocuğun bütün teni parlamaya başlamış. Bu sefer adam şaşkın gözlerle çocuğu seyrediyormuş. Çocuk pijamanın altını giydiğinde göğsü ve sırtı parlamaya devam etmiş. Bu ışıltı adamın daha önce gördüğü hiçbir şeye benzemiyormuş. Adam yavaş adımlarla çocuğun yanına gelmiş. Oturmuş. Üzerindeki pijamayı çıkarmış. Birden adamın da göğsü ve sırtı parlamaya başlamış. Adam çocuğun elini tutmuş… Ve bir daha kimse siyahlara aldırış etmemiş…

22 Ocak 2014 Çarşamba

Keşke Olmasaydım.

Sizden biri olacağım diye çok korkuyorum. Git gide size benzemeye başladım. Yavaş yavaş yok oluyorum sanki içten içe. Duyarsızlaşıyorum. Duygusuzlaşıyorum. Çevreme bakmaz oldum yürürken. Önceden insanların yüzlerine bakardım, değişik hayatları görmek için. Gözlerin ardında saklı olan. Sonra sonra baktım ki hep aynı his var o gözlerin ardında. Bıkmışlık ya da çaresizlik. Adını koyamadım. Bilemedim.

Önceden sevinirdim sonbahar geldiği vakit, aynı ilkbaharın gelişine sevindiğim gibi. Çocukluğumdan beri bir tek yazın gelişi sevindirmezdi beni, hala da sevindirmez. Sıcağı sevmiyorum. Şimdi ne sonbahara, ne kışa ne de bahara aldırış ediyorum. Bugünler de umursamıyorum mevsimleri, ayları, günleri, saatleri hatta dakikaları. Yapraklar sararıp düştü diye ayrı sevinirdim, ağaçlar yeşerdi diye ayrı… Şimdi hiç birine sevinmiyorum.

Yağmur yağdı mı koşardım sokağa. Şemsiye açanlara garip garip bakardım. Yağmurdan kaçılır mı diye düşünürdüm kendi kendime. Hele ki yaz yağmurundan… Birden bire bastırır, sırılsıklam eder adamı, sular seller götürür sokakları. Çok severdim evvelden çıkıp yaz yağmurunda ıslanmayı. Artık bende pencere ardında izliyorum yağmuru. Gözlerim Arap bacıyı da aramayı bıraktı zaten. İçimdeki çocuk da ölmüş. Ben yeni farkına vardım sanırım. Ölmeli miydi ölmemeli miydi bilmem. Belki de yaşatmak lazımdı da ben beceremedim.

Deniz kıyısına gitmeyi severdim. Martı sevmem ama ne hikmetse denizi pek severdim. Sanki bütün derdimi, tasamı alıp uzaklara götürürdü. Şişede mektup hikayesi gibi, belki biri bulur da derman olur diye salardım yüreğimde ne var ne yoksa. İnanırdım da kendi kendime. Huzur kaplardı içimi birden bire, ferahlamış bir şekilde geri dönerdim gideceğim yere. Sonra sonra denizde kirlendi, kirlettiler. Uzunca zamandır deniz kenarına da hiç gitmedim.

Hep hayal kurardım. İnanırdım kendime. Başaracaktım. Hayal kurmakla başlayacak, sonra hayallerimi planlara dönüştürecektim zamanla. Planlarımı da bir bir gerçekleştirecektim. Hep öyle duydum. İstersen olur. İstersem olacaktı elbet. Başka yolumu vardı. İstedim. Çok istedim. Olmadı elbette. İstesen de olmuyormuş bazen. O yüzden senin isteklerin ne olursa olsun, hayat hep kendi isteklerini koyarmış tabağına. İster ye, ister yeme(!) Seçim hakkım var sanmıştım oysaki. Hayallerimdeki dünyayı kurarım sanmıştım. Meğerse senin değil, hayatın borusu ötermiş. Öğrendim bunları sonradan.

Artık insanların yüzlerine bakmıyorum yürürken. Ne mevsimin gelişine seviniyorum ne de gidişine. Yağmur desen umurumda bile değil, saklanıyorum bir çatının altına. Deniz kıyısına da gitmiyorum, deniz aynı deniz değil. Hayal de kurmuyorum. Sadece eski hayallerimi hatırlayıp ara sıra gülümsüyorum ya da ağlıyorum. Orası da ruh halime bağlı işte.

Neden mi? Korkuyorum. İnsanların yüzlerine bakarsam, yine aynı ifadeyi görürüm diye korkuyorum. Onlar da bana bakıp o bıkkınlığı ya da çaresizliği anlarlar diye korkuyorum. Yağmura çıkarsam, ıslanırsam, arınırım, içimde birikenler dışarı çıkar, bende kendimi toplayamam diye korkuyorum. Denize gelince gitsem kabul eder mi onu bile bilmiyorum. Ya tüm attıklarımı kusarsa üzerime? Hayal mi? Kurmuyorum. Bu zamana kadar kurduklarımla baş edebildim mi sanki? Korkuyorum yine başarısız olmaktan.

Ben yine her gün benzer saatlerde, aynı yollardan geçip aynı insanların yüzlerine bakmadan, aynı yağmurdan, güneşten, denizden, topraktan, ağaçtan saklanarak işe gidiyorum. Korkuyorum. Umursamıyorum. Sonra daha da çok korkuyorum. Ben de sonunda insan oldum. Tıpkı insanlar gibi tüm korktuklarımı görmezden gelip yoluma devam ediyorum. Umursamazsam giderler sanıyorum. 

Ben de insan oldum. Keşke olmasaydım.