15 Temmuz 2022 Cuma

KAHVE

 Karanlık ve uzun bir yolda yürüyordu ağır adımlarla. Yol hafif yokuş, sokak lambaları da loş; karanlığı aydınlatmaya yetmiyordu onlar da. Yetişemiyordu karanlığın hızına. Yorgun görünüyordu dışarıdan bakınca. Nefes nefese kalmıştı sanki, duraksıyordu her bir adımından sonra. Arada kafasını kaldırıyor, çevresindeki binalara bakıyordu. Hiçbir evden ışık gelmiyordu sokağa. Herkes ya uyumuştu, ya evde yoktu ya da yok olmuşlardı. Sanki birdenbire aşina olduğu her şey, herkes yok olmuştu. Aslında senelerdir gelip gittiği, hatta ezbere bildiği bu yol bile bir anda silinmişti sanki zihninden.

Bir adım daha attı. Bu sefer daha uzun durdu olduğu yerde. Kafasını yukarı doğru kaldırdı. Gökyüzüne baktı önce. Gökyüzü önceden de böyle mi görünüyordu? Gecenin karanlık mavisi ile kızıla çalan bu rengin karışımını daha önce de görmüş müydü? Yıldızlar peki? Yıldızlar hep bu kadar az mıydı? Daha önceleri daha çok gösteriyordu kendini bu yıldızlar. Azalmış mıydı yıldızlar da? Kafasını biraz daha eğdi. Önce solda duran büyük sarı apartmana baktı. Apartmanın önünde girişin hemen solunda bulunan ufak tümsekte en az dokuz on tane kedi orada yatıyordu. Birden kedilere imrendi. Sokakta, bir apartmanın önünde bulunan betonun üzerinde, kendi içlerine kıvrılmış uyuyan kedilere imrendi. O kadar rahat görünüyorlardı ki, o da bir an onlarla beraber oraya kıvrılmak istedi.

Yavaş yavaş kafasını yukarı doğru çevirdi, her bir daireye tek tek baktı. Hiçbir dairede ışık yoktu. Bu saatte neden ışık olacaktı ki? Perdeler sımsıkı örtülmüş, pencereler kapatılmıştı. Hiçbir yaşam belirtisi yoktu adeta. Kimse yaşamıyor muydu bu evlerde?

Tekrardan önüne baktı. Sanki sokak lambaları artık hiç yanmıyor gibiydi. Yıldızlar zaten gökyüzünü terk etmişti, onlar da gitmişlerdi. Ay ışığı ise bulunduğu noktaya vurmuyordu. Birkaç adım sonrasını göremiyor gibi hissetti. Bir iki adım attıktan sonra tekrardan durdu. Derin bir nefes aldı sağ ayağını sol ayağının yanına koyduktan sonra. Yorgundu. Devam edemeyecek gibi hissetti. Kaldırıma çöktü, ayaklarını kendisine doğru çekti. Sol cebinde duran sigara ve çakmağı çıkarttı cebinden tek bir hamlede. Paketi tek eliyle açtı, şöyle bir salladı. Sallanınca yukarı doğru gelen sigaralardan bir tanesini dudaklarının arasına sıkıştırıverdi paketi ağzına götürerek. Çakmağı çaktı ve sigarayı yaktı. Bir nefes çekti sigaradan. Yandığından emin olunca paketi ve çakmağı yine cebine koydu sol ayağını öne doğru uzatarak. Tekrar ayağını kendine doğru çekti. Dirseklerini dizlerine dayadı. Sağ elinde işaret parmağı ile orta parmağı arasına sıkıştırdığı sigaradan bir nefes daha çektikten sonra kafasını ellerinin arasına aldı. Başı ağrıyordu biraz. Sigara olduğu yerde dururken ellerinin ayası ile gözlerini ovuşturdu uzun uzun. Ne zaman başı ağrıyacak gibi hissetse bunu yapmak onu rahatlatıyordu. Dirseğini dizinden hiç kaldırmadan sağ elini öne doğru uzatıp hafiften sarkan külü attı. Sigaradan bir nefes daha çekti.

Artık ortalık iyice kararmıştı. Sokak lambaları yanmıyordu. Yıldızlar zaten yoktu, ay ışığı ise hala durduğu yere vurmamakta ısrarcıydı. Sigaradan her nefes aldığında sigaranın ateşi ile gözleri kamaşıyor gibi oluyordu. Neden bu kadar karanlıktı? Bir süredir orada oturuyor olmasına rağmen ne bir araba geçmişti, ne yürüyen biri vardı. Az aşağıda kalan apartmanın önünde yatan kediler dışında hiç kimse yoktu etrafta.

Son nefesini çekti sigarasından. Dirseğini dizinden çekip, izmariti sağ ayağının hemen yanına bıraktı hafifçe. Ayağını hafifçe kaldırıp bastı izmaritin üzerine. Ellerini dizlerine dayadı ve yavaşça doğruldu oturduğu yerden. Dik durup omuzlarını hafif geriye doğru verdi. İki büklüm oturmaktan sırtı ağrımıştı. Yürümeye devam etti. Sadece bir adım ötesini görebiliyordu. İlerledikçe, yürümeye devam ettikçe daha da yabancı gelmeye başladı bu yol ona. Uzaktan bir ses duyar gibi oldu, sanki biri müzik dinliyordu. En sevdiği şarkı değil miydi bu? En sevdiği şarkıyı mı dinliyordu biri? En sevdiği şarkı neydi ki? Tek bir şarkı mı vardı en sevdiği? Yoksa birden çok şarkı mı? Sahi bir insan bir şeyi nasıl çok sevebilirdi? Neydi bu şarkı ya? Ne diyordu sözleri?

Müzik sesi kesildi, birkaç adım daha attıktan sonra kendisi mırıldanmaya başladı şarkıyı. Sözlerini hatırlamıyor, melodiyi kendi kendine mırıldanıyordu usul usul. Bu şarkının sözleri yok muydu acaba? Sözsüz bir parça mıydı bu? Nasıl aklında yer etmişti acaba bu şarkı? Ne ile bütünleşmişti? Sahi sözsüz parçaların hikayesi neydi? Kendisi mi yazacaktı bu şarkının hikayesini? Acaba şarkının aslında anlattığı hikaye ile kendi düşlediği hikaye arasında nasıl farklar olacaktı? Kimin bestesiydi bu parça? Besteci neleri hayal etmişti ki bu parçayı bestelerken? Acaba hayal ettiklerini gerçekleştirebildi mi besteci? O neden hayal ettiklerini gerçekleştirememişti? Sahi hala neden hayal kuruyordu acaba? Elde edemeyeceği şeylerin hayalini kurmaktan nasıl bir zevk alıyordu kendi kendine? Bir sonraki adımını atmadan önce bundan sonra hayal kurmayacağım dedi kendi kendine. Bir adım daha atmak için sağ ayağını yerden kaldırır kaldırmaz kendine verdiği bu sözü unuttu ve yine hayal kurmaya başladı. Mırıldanmaya çalıştığı ama tam olarak hatırlayamadığı, hatta ismini bile bilmediği şarkıyla alakalı hayal kuruyor, sonra zihninde bunu kendi hayalleri ile örtüştürmeye çalışıyordu.

Birkaç adım daha attıktan sonra durdu. Sola doğru döndü. Karşısında eski bir apartmanın yarıya kadar saydam cam olan paslı demir kapısı duruyordu. Burada yaşıyorum dedi kendi kendine. Sonra duraksadı, gülümsedi. Burada hayatta kalıyorum diye kendi düzeltti. Sağ elini cebine soktu. Üzerinde gerekli gereksiz bir sürü anahtar takılı olan ağır anahtarlığı cebinden çıkardı. Bu anahtarları bir ara ayıklamam gerek dedi kendi kendine. Hiç kullanmadığım bir sürü anahtar var, gereksiz ağırlık yapıyorlar. Neyi açıyor bu anahtarlar onu bile bilmiyordu galiba. Zar zor paslı demir kapının anahtarını buldu, kapıyı açtı, içeri girdi. Kendi dairesine doğru ilerlemeye çalışırken bir yandan da anahtar yığınının içerisinden daire kapısının anahtarını bulmaya çalışıyordu. Anahtarı bulduğunda kendi dairesine gelmişti. Kapıyı açtı, sağ elini içeri uzatıp ışığı yaktı ve ben geldim dedi. Cevap yok, kendi kendine bir kez daha ben geldim dedi.

Ayakkabılarını dışarıda çıkartmadan içeri girdi, dış kapıyı kapadıktan sonra ayakkabılarını çıkardı. Mutfağa doğru gitti, zaten kahvesi ve suyu hazır olan kahve makinesinin düğmesine bastı. Makinenin kırmızı ışığı yanınca birden karanlıkta olduğunu fark etti. Ama ışığı açmak da istemiyordu, davlumbazın ışık düğmesine bastı. Bu loş ışık hep daha çok hoşuna gidiyordu. Davlumbazın sağ tarafında duran dolabın kapağını açıp en öndeki kupayı çıkardı. El yapımı, seramik bir kupa. Hep bunu kullanıyordu kahve içerken. Kahvenin kokusu tüm mutfağı sarmaya başlamıştı. Loş ışığın etrafı sardığından daha çok sarıyordu etrafı bu koku, sanki o ışıktan daha hızlı yayılıyordu. Sanki her şeyi daha çok açığa çıkartıyordu. Bir koku bir şeyleri ortaya çıkarabilir miydi? Zihnini aydınlatmaya yarayabilir miydi? Tanıdık kokular da hikayeler yaratabilir miydi zihnimizde? Anıları zaten canlandırmaya yetiyordu kokular, lakin yeni hikayeler yaratmaya yardımcı olabilirler miydi?

Kahve makinesinin sesi ile irkildi. Demliği alıp kupasını doldurdu. Tam davlumbazın karşısında duran küçük mutfak masasının sağ tarafında, kapıdan yana duran sandalyeyi çekip oturdu. Kahvesinden büyük bir yudum aldı. Bu saatte kahve içiyordu, uykusu kaçar mıydı acaba? Uykusunu kaçıran kahve miydi acaba günlerdir? Neden uyuyamıyordu? Uyuması gerekiyordu aslında. Yorgundu. Tüm gün boyu kendisini yorgun hissediyor, ama yatağa girdiği zaman bir sağa bir sola dönüyor, sabahın ilk ışıklarını görene kadar da uyuyamıyordu. Normalde aydınlıkta uyumayı hiç sevmezdi. Sanırım kahve yüzünden dedi kendi kendine. Tüm bunları düşünürken yarısından fazlasını içtiği kahveyi masanın üzerine bıraktı. Uyumam gerek artık diye düşündü.

Yatak odasına geçti. Üzerini değiştirdi, içerisinde kendini en rahat hissettiği kıyafetlerini giydi. Çift kişilik yatağın üzerine yan yana konmuş olan yastıkları aldı. Yatağın sağ tarafına, en köşeye kadar çekti ve üst üste koydu. Pikeyi kaldırıp altına girdi, sağa doğru döndü ve sağ kolunu yastığın altından geçirdi. Kolunu yatağın dışına uzattı. En uca kadar geldi ve gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı. Ve bir koku. Tanıyordu bu kokuyu. Nereden gelmişti bu koku şimdi? Gereği var mıydı? Sırt üstü uzandı yatağa, tavanı seyretmeye başladı. Kokunun zihninde canlandırdığı anıları bir film gibi seyretmeye başladı. O çıkmak isterken koku içine çekiyordu onu. Bir, iki, üç derken peşi sıra bir sürü anı. Artık anıları tükenince hiçbir zaman yaşayamayacağı hayalleri göstermeye başladı koku ona. Günün ilk ışıkları pencereye vurmaya başlamıştı, gözünden bir damla yaş süzüldü. Sahi kahve yüzünden mi uyuyamıyordu?

14 Şubat 2017 Salı

YENİ BİR GÜN!

               Güneşin doğuşunu görmemişti uzunca zamandır. Sabahlara kadar oturuyor, gerekli gereksiz birçok işle uğraşıyordu ama güneşin doğuşunu görmemişti. Sadece sabah olduğunu fark ediyordu. Sabah oluyordu hala. Bazı insanların hayatlarında aydınlık günler başlıyordu. O ise melankolisini bölmeden sabah olduğunu fark edince odasına gidiyor; kalın kahverengi perdelerini çekiyor ve kendine yeni karanlıklar yaratıyordu. Uzunca zamandır sabahlıyordu ama bir kez bile balkona çıkıp yeni günü koklamayı, görmeyi denemedi. Ona göre günler yeni de olsa yeni şeyler getirmiyorlardı. İnsanlar uyanırken o uykuya henüz yeni dalmış oluyor ve insanların haber bültenlerini izlediği saatlerde kahvaltısını yapıyordu. İnsanların akşam yemeği yediği saatlerde o kahvaltı sonrası çay ve sigara keyfi yapıyordu. Bu bile iyiye işaret sayılırdı onun için. En azından hala bir şeylerin adını keyif ile birlikte anabiliyordu. Sigara ve çay.
                Bazı yerlerde hayatın başlıyor olması onu korkutuyordu. O da ortasından dalmayı tercih ediyordu. Tam yeni başlayacak olduğu zamanlarda da o gününü noktalıyordu. Yeni başlangıçlardan hoşlanmıyordu. Yeni birileriyle tanışmak gibi yeni bir günle tanışmak. Güneşi selamlamak ama içten içe de amacını sorgulamak. Kendi aralarında muhabbete başlayan kuşlara gülümsemek ama onlarında topluluğun arasında kendi içlerinde muhabbet eden bir avuç insandan farksız olduğunu düşünmek, sokakta gerinerek gezinmeye başlayan kedilerin ise kendilerini olduklarından daha farklı göstermeye çalışan insanlara benzediğini düşünmek… Yeni bir güne başlamak, yeni birileriyle tanışmak gibiydi onun için. Kaçınıyordu olabildiğince. Tanışsaydı ne olacaktı.
                Yine yeni bir güne “Merhaba” diyecekti. Sonrasında devamı gelecekti. Kuşları da selamlayacaktı, kedileri de… Görmezden gelemeyecekti en ufak ayrıntıyı bile. Başlarda mutlu edecekti yeni gün onu. Güneş ışıkları ile aydınlatacaktı hayatını, kuşlar şarkı söyler gibi muhabbet edecekti onunla… İnsanlar sokaklarda dolaşmaya başlayacaklardı. Kimi işe yetişme derdinde olacaktı, kimisi yeni haber aldığı akrabasının hastalığı için hastaneye koşuşturuyor olacaktı, kimisi bir cenaze evine gidiyordu belki de ya da bir düğün. Hepsi kendi derdine düşmüş bir sürü insanın arasından yürüyüp gitmek zorunda kalacaktı. Yeni gün bir sürü vaatte bulunacaktı sonra sorumluluk alıp vaatlerini yerine getirmesi gereken zamanda yerini geceye bırakacaktı. Getirdiği aydınlığı, kuşları, kedileri de kendisi ile birlikte götürecekti. Tekrar karanlıkta ve yalnız kalacaktı. Yeni günde bir önceki gibi hatta ondan da evvel ki gün gibi yalancı çıkacaktı.
                Ne gerek vardı onca zahmete girip yeni günü tanımaya. O hala eskisini yaşıyordu. Halinden de memnundu. Böylelikle anıları da onunla birlikte kalıyordu. Uyuyordu, uyanıyordu ama bir anı bile değişmiyordu. Hep aynı günü yaşıyordu. Yeni günü tanıyıp yeni yalanlara kanmaktansa, eski günün yalanlarını kendi içinde yaşıyordu, kendi yalanlarıyla birlikte. En azından gözü görmüyordu. Öyle ya, senelerce bu lafı duymuştu. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Olmuyordu. Hayatı boyunca öyle olmasını beklemişti ama hiç olmamıştı. Gözden ırak olan anca kalbe yara oluyordu. Birde zamanla geçer, zaman her şeyin ilacıdır diyenler vardı. O kişilerin ilaçla, zehir arasındaki farkı bildiğine dair derin şüpheleri vardı. Uzaklık kalbinde yaralar açıp, zaman zehriyle bunları büyütürken nasıl olur da bu sözlere inanabilirdi.
                Hem yeni gün olmayınca yeniden hayaller kurmasına, kendi kendine umutlanmasına da gerek kalmayacaktı. Yeni güne selam verirse o derece borçlu çıkacağını biliyordu çünkü. Yeni değerler inşa edecek, üzerine yeni emekler koyacak, yeni gün için değişmeye ona uyum sağlamaya zaman harcayacaktı. Sonra gün sıkılıp yerini geceye devredince de bütün her şeyini toplayıp başladığı noktaya dönecek ve her şeye sıfırdan başlayacaktı. Ne gerek vardı?  Yaşadığı gün için inşa ettikleri hazırda onu bekliyordu. O da hep aynı günü yaşıyordu.
                Çok da zor olmuyordu. Gazete okumuyordu, evden çıkmıyordu, haberleri seyretmiyordu zaten haberler onun kahvaltı saatine denk geldiği için iştah kaçırıcı olabilirdi. Aynı günü yaşamaya devam ediyordu. O gün onu bırakıp gideli çok zaman olmuştu ama o hala o günü yaşıyordu. O günün üzerine kurduğu hayallerle, umutlarıyla, verdiği emeklerle birlikte o gün olmadan yaşıyordu. O günü yaşıyordu onsuz da olsa. Yaşadıkça, nefes aldıkça daha fazla seviyordu o günü. Elinde tek kalan oydu.  Hala o günün getirdiği şarkıları dinliyordu onunla olan anılarını taze tutabilmek için. İçten içe o da biliyordu ya… Biliyordu ama dili varmıyordu söylemeye işte. O hala o günü yaşıyordu, o günün yokluğunda. Onsuz!


8 Şubat 2017 Çarşamba

MEKTUP

Şarkılar var; her zaman yanında, cebinde taşıdığı. Hiçbir zaman onu terk etmeyen şarkılar var. Ne zaman bir şey olsa çıkarıp zihninden tekrar tekrar dinlediği şarkılar var, gitmesine müsaade etmediği. Hep aynı şeyleri anlatan şarkıların, farklı dönemlerde farklı acılar için insana farklı duygular hissettirmesi ne kadar anlaşılmaz, ne kadar çözülemez.
O gün o şarkılardan bir liste yaptı kendine. Büyük salonun sağ köşesinde duran masanın üzerinde bilgisayarı açık duruyordu. Yanında bir kül tablası, çakmak ve sigara. Oturduğu, gittiği her yerde, evin her köşesinde ayrılmaz üçlü gibi olmuşlardı onun için. Sandalyesine kurulup sigarasından bir tane çıkarıp yaktı, bir nefes çekip önünde duran bilgisayara çevirdi kafasını önce. Şarkı listesine baktı, Salonun diğer yanına çevirdi kafasını pencereye doğru. Tülün arasından gözü seçti belli belirsiz gün batımını. Güneş gidecekti, gitmek üzereydi. Hava kararacaktı, gece başlayacaktı, karanlık gelecekti. Bundan rahatsız olmadığını fark etti birden bire. Önceden olsa bu onu rahatsız ederdi. Karanlığın içerisine çekiliyor, acısının içerisinde boğuluyor olurdu. Rahatsız olmuyordu artık karanlıktan, bitmez dediği geceler bitiyor, günler bitiyor, zaman bir şekilde geçiyordu. Halbuki geçmişte zamanı sonsuza kadar durdurmak istediği anlar olmuştu. Şarkılarla kilitleyebilirim sanmıştı o anları, şarkılara saklayabilirim sanmıştı ama olmamıştı. Zaman istese de istemese de geçiyordu ve o da buna bir şekilde ayak uydurmak zorunda kalıyordu.
Eşyaların yeri taşındığı günden beri aynıydı evin içerisinde. Hiçbir değişiklik yapmamıştı. Pencerenin önünde sabit duran küçük bir sehpa, sehpanın iki yanında tekli koltuklar, onları uzunlamasına takip eden iki kanepe, iki kanepenin arasında duran halı ve oturduğu masa. Ayağıyla halının ucuna dokundu, halının ucunu biraz kaldırdı. Sıkılmıştı aslında evin bu duruşundan. Bir yandan da içine bir rahatlık geldi. Bir tek değişmeyen o değildi. Evi de hiç değişmiyordu. Halbuki kendisini yıkıp yıkıp yeniden inşa etmeyi ne kadar çok denemişti. Ama evi hep öylece kalmıştı. Dağılmıştı, toplamıştı, dağılmıştı, toplamıştı, temizlemişti hem evi hem de kendini. Ama ev hep aynı kalmıştı. O niye değişecekti ki?
Bu sırada şarkı değişti. Peşi sıra yıllar yılı getirdiği şarkılardan bir tanesi daha çalmaya başladı. Bir çok anı canlandı bir bir gözünde. Yaşadığı bir çok şeyi anımsadı. Gülümsedi, üzüldü, gülümsedi, yine üzüldü. Değişmeyen şeylerin aslında ona bir şey katmadığını düşündü kendi kendine bir an. Ama sonra bunca anıyı yok sayamayacağını anladı ve gülümsedi kendi kendine. Böyle hissetmemesi gerekiyordu aslında. İçten içe kendisi de bunun farkında olsa da şu an kendini rahatlatan şeyleri düşünmeyi, doğru kabul etmeyi tercih ediyordu. Aslında insanın doğasında yok muydu bu? Doğruların sınırlarını hep kendimiz çizmedik mi? Gerektiği noktada başkası adına bu sınırları çizmekten, uygulamaktan geri durduk mu hiç? Durmadık, o da durmadı elbette. Kendini mutlu edecekti, mutlu olmalıydı, hak ediyordu…
Neden mutluluğu hak ettiğini düşündü kendi kendine. İnsanlara bir kötülük yapmıyordu. Aksine, herkese bir iyiliğim dokunsun diye çabalıyordu. Çabalıyor muydu? Durdu, düşündü, kendisiyle yüzleşmesi gerekiyor muydu? Cidden böyle biri miydi iddia ettiği gibi? Kimseyi zorlamıyor muydu istediği gibi olmaya?
O sırada masanın başına oturmadan çalıştırdığı su ısıtıcısının sesini duydu. Gitti mutfağa kendine bir fincan kahve yapıp geri geldi. Oturdu, bir sigara daha çıkardı, yaktı. Kahvenin kokusu ona oldum olası hep sigarayı hatırlatırdı. Sigarasından bir nefes daha çekti. İçi doldu, dertlendi. Bir şekilde içindekileri anlatması gerektiğini düşündü. Hızlı bir hareketle yerinden kalktı, iki tekli koltuğun arasında duran sehpanın üzerinden bir kalemle kağıt aldı, geldi masadaki yerine oturdu. Mektup yazacaktı, en güzel yolu bu olmalıydı. Sigarasından bir nefes daha çekip söndürdü. Önünde duran boş kağıda bakmaya başladı. Kalemi sağ elinde tutuyor, ara sıra çevirip oynuyordu. Nasıl başlayacaktı?

Sevgilim,
Ya da eski sevgilim, hala sevdiğim, sana nasıl hitap etsem bilmiyorum artık. Aslında acıtan yanlarından biri de bu oluyor ayrılığın. İsmini söylesem sanki yazan elime diken batacak, samimiyetsiz, soğuk. Ama sevgilim de diyemem ya. Değilsin. Değilsin, değil mi? Çünkü şu an çalan şarkı ‘çünkü ayrılık da sevdaya dahil, çünkü ayrılanlar hala sevgili’ diyor. Sevgili miyiz? Ayrıldık ama sevgili kalamaz mıyız, ben seni böyle kendi kendime sevmeye devam etsem ne olur ki? Neyse. Buldum. Ben şarkıya uyacağım her zaman yaptığım gibi. Duygusal olacağım.
Sevgilim,
Şimdi sen anlam veremeyeceksin elbette bunları okurken. Belki okumayacaksın. İstemeyeceksin okumayı. Belki de okuyamayacaksın bunları çünkü ben yazdıklarımı sana gösterme cesaretini bulamayacağım kendimde. Emin olduğum tek şey şu an bunların hangisinin olacağından emin olamadığım. Kararsızlığım baş gösteriyor.
Sevgilim,
Şimdi sana oturup hayatımın sensiz ne kadar boş ne kadar anlamsız olduğunu anlatmak istiyorum elbette. Ama yapmayacağım. Çünkü bu beylik laflar beni ne bir adım ileriye götürecek, ne de bir adım geriye. Biz olduramadık ya, inan bana bunun nedenlerini de anlatmak değil derdim. Aslında şu an bunları yazarken ‘Derdin ne?’ diye sorsan emin ol ki verilecek bir cevabım dahi yok.
Ben yine o şarkıları dinliyorum. Sana anlatmak istedim aslında neden o şarkıları dinlediğimi. Acı çekmek için değil, inan bana. O kadar bunaltmak istemiyorum, ne seni ne de kendimi. Sadece bilmek istedim ne hissedeceğimi. Acaba her şarkı bana seni anımsatacak mı ya da birlikte bir anımızı? Anımsattı. Ne yalan söyleyeyim işte o an biraz acı çektim. Her yerde, her şeyde seni hatırlamak şu an yapmak istemediğim ama yaptığım bir şey.
Ben aslında seninle çok mutlu olmak istemiştim. Ne kadar bencilce bir düşünce değil mi? Ben mutlu olmak istemiştim. Seni de çok mutlu etmek istediğimi anladığım anda bencilce düşünmeyi bıraktığımı fark ettim. Elimi taşın altına koydum, ne olsa yaparım dedim. İşte o an bencilliğimden, benliğimden az da olsa sıyrıldım. Bir ucundan tutup çekip götürmek istedim. Gittiği yerin burası olacağını da bilmiyordum elbette. Şimdi sen olmayınca sanki mutlu olmak istemiyormuş gibi hissediyorum bu yüzden, seni de mutlu edemiyorum. Ne kadar garip değil mi? Mutlu olmak istemediğim için mutsuz olup üzülüyorum.
Dedim ya bir ucundan tutup götürmek diye, işte orada ben sen de gelmek istersin diye düşündüm. Sen de elini taşın altına koyarsın diye düşündüm. Ama bütün bunları hep ben düşündüm. Uç deseler uçabilirdim. Uçmak kanat meselesi değil ki. Kanadı olan zaten uçar, cesaret lazım uçmak için. Ben cesaret edip saldım kendimi lakin sen kanatların çıksın diye bekledin. Uçamadın peşim sıra. Şimdi kendi kendine ‘Azıcık mantıklı düşün’ dediğini duyar gibiyim. Sesin geldi sanki kulağıma bir yandan da bunu düşünürken. Gülümsedim. Özledim de ama. Kokunu özlüyorum en çok biliyor musun? Sana arkadan sarılıp sol kolumu boynunun altından geçirip çenemi omzuna yaslayıp boynunu koklamayı özledim. Derin derin, içime çeke çeke. Halbuki ne kadar sıradan bir eylem haline gelmişti bu yaptığım. Her gece yatmadan kokluyordum. Bazen sen uyuyordun, farkında olmadan söylenip uyumaya devam ediyordun, ben de gülümseyip uykuya dalıyordum. O koku bir başka. Parfüm değil, senin tenin. Ben tanırım, bilirim.
Sevgilim,
Şimdi koşsam sana yine, gelip sarılsam, boynunu koklasam kucak açar mısın bana? Açmazsın muhtemelen. Ama yine de bil ki koşmamak için tek engelim bir iki kelime. Yeniden uçmamak için tek eksiğim biraz cesaret.
Sevgilim,
Ayrılık da sevdaya dahil mi? Ayrılanlar hala sevgili mi?”

Çalan şarkıyı değiştirdi. Son 20 dakikadır aynı şarkıyı dinliyordu başa sarıp sarıp. Kahvesi buz gibi olmuştu masanın bir kenarında. Mektubu dörde katlayıp bilgisayarın üzerine koydu, kahvesini aldı. Kalktı yerinden. Mutfağa gidip yenisini aldı, geldi. Pencerenin kenarına geçip sokağı seyretmeye koyuldu. Kafası yanında duran sehpaya takıldı. Orada güzel durmuyordu. Nereye koysaydı acaba o sehpayı?


18 Ağustos 2015 Salı

YARIM HİKAYE

İnsanların hafife aldığı kadar ufak acılarım yok aslında. O gün de bu düşünceler vardı kafamda. Kırk tilkinin de dolaşıp birbirine selam vermediği günlerden biriydi.
Gecenin yorgunluğu hala üzerimdeydi sabah kalktığımda. Yatağın ucuna oturup hiçbir şey olmamış gibi sigaramı yakmak istiyordum, ama olmuyordu. Zar zor sigaraya uzanıp yaktım eninde sonunda. Olacağı da oydu. Her şey olacağına varıyordu nasıl olsa. Gecenin yorgunluğu diyordum, gece karanık yüzünü güne bırakmıştı. O gün anladım aslında gündüzün de karanlık olabileceğini. İçten içe biliyor ama konduramıyordum.
Evin içinde ikinci bir kişi, yan yana uyuduğun, sarıldığın ama sabah kalktığında tamamıyla yabancılaştığın biri. Mutfakta karşılaşınca zoraki bir gülümseme, içten gelmeyen bir günaydın ve onu takip eden aynı samimiyetsizlikte bir öpücük. Ne kadar yürek parçalayan bir sahne.
Masaya dizilen kahvaltılıklar bile orada olmaktan rahatsızlık duyar gibi. Son çırpınışlarla, çırpınışlardan kastım ufak hareketler değil, sudan çıkarılmış bir balık gibi muhabbet etmeye çalışmak. Dur, dinle, cevap ver, konu tıkandı, yeni konu aç, devam et… Planlı, zorunlu.
Bir tarafta evvelki gece verilen tutulamayacak sözlerin ağırlığı, öbür tarafta son çabalar.
-          Peynir ister misin biraz daha canım?
-          Ben alırım tatlım ya, zahmet etme sen.
-          Olur mu öyle ya. Al bakalım.
Peşine bir gülücük, yanağa kondurulan ufak bir öpücük. Soğuk, samimiyetsiz ama her şeyden çok korkak bir öpücük. Bir sonraki adımın ne olacağını bilmeyen bir öpücük.
-          Ben sana bir çay koyayım. Çayın bitmiş, hiç demiyorsun da. Yumurtayı beğendin mi?
-          Ben alırım canım ya, bekle dur. Yumurta da çok güzel olmuş. Eline sağlık.
Bakışlar bir süre takılı kalır.
Sonra çayı biraz tezgahın üzerine dökmemle kendime geldim aslında. Çayı verdikten sonra bezle sildim tezgahı. Kahvaltı da bitti öyle böyle derken. Ne zaman geliyordu malum konuşma?
Sessizliği bozsun diye açılan şarkıların gizliden gizliye ortamı daha da germeye başlaması da çok sürmedi aslında. Son bir çaba ile atıldım.
-          Dans edelim hadi.
-          Olur.
İsteksizce tutulan eller ve Sezen Aksu’nun aşk yüklü herhangi bir şarkısının tanık olabileceği en acıklı dans. Bir süre sonra dans yerini sarılıp koklamaya bırakınca anladım aslında yavaş yavaş veda vaktinin de geldiğini. Şarkı bitti mi, değişti mi bilmiyorum. Bir süre sonra umursamadım. Ağır ağır birbirinden ayrılan vücutlar ama kenetli duran eller. Neden bilmem ama bırakamadığım eller…
-          Uykun mu geldi?
-          Yemek yiyince mayıştım biraz canım ya. Hava da sıcak ya, ondan. Uzanacağım ben biraz.
-          Tamam.
Uzanılan iki kişilik bir yatak. Sırtı dönük yatan biri, boynunun altından kolumu uzatıp elini tutmaya, sarılmaya çalışan ben. Bir süre öylece uzandım yanı sıra. Dokunmaya korkar gibiydim, bir yandan da deli gibi sarılıp isterken. Bir süre sonra dayanamadım.
-          Kahve yapayım mı sana?
-          Olur, içerim. Dur ben suyunu koyayım.
Bir fincan kahvenin kırk yıl hatrı var diyorlar ya. Anlamıyorum. Yarım fincan kahveyi içtim ancak kendi kelimelerim boğazıma, onu kelimeleri zihnime düğümlenirken. Fincanın geri kalanını ise lavaboya döktüm. Asıl bu kahvenin hatırası var, hatrı yok.
-          Karar verebildin mi?
-          Ne konuda?
-          Dün demiştik ya yarın konuşuruz diye, sabah olsun da konuşuruz demiştik.
Sessizlik. Aslında her şeyi anlatan bir sessizlik. Balkonun rüzgarda aheste aheste uçuşan perdesi de her şeye bir ağır çekim havası ekliyor elbette. Zaman durmuş gibi. Kahveden bir yudum alıyor, bir sigara daha yakıyorum. O bitince bir sigara daha yakıyorum.
-          Bir şey demedin…
-          Ne diyeyim ki?
-          Ne bileyim karar veremedin mi daha?
-          Bilmiyorum.
En sevdiğim cevap. Bilmiyorum. İnsanı her yere götürebilecek bir bilet gibi. Ama sadece gidiş, dönüşü yok. He bir de gideceğin yeri sen seçemiyorsun, onu da unutmamak gerek elbette.
-          Bence bir karara varmalısın artık. Ben de ona göre davranayım.
-          Ayrılalım.
-          Bu mu kararın?
-          Evet, olmuyor. Gücüm kalmadı, yapamıyorum.
Hızlıca doğruldum olduğum yerden. Her adımım da bir anı geliyor çarpıyordu yüzüme. İnsan o kadar kısa zamanda o kadar çok anıyı nasıl biriktirebilirdi. Sadece balkondan mutfağı geçip koridora gelene kadar bin tane farklı anı geldi aklıma. Bu yüzden sevmiyorum anıları, çok çabuk birikip çok can yakıyorlar. Sanki dün şurada birlikte yemek pişiriyorduk. Sanki bana özene bezene kahvaltı hazırladığın gün iki gün önceydi.
Ağlayacak gibi oluyorum tam koridora geçince. Duruyorum. Bir nefes alıyorum, derin bir nefes. Koridorda eşyaları ilk getirdiğimiz gün geliyor aklıma. Bütün eşyaları odalar toplanana kadar koridorda bıraktığımız, hoplaya zıplaya koridoru aşıp odalara girmeye çalıştığımız gün…
Yatak odasına gidip hızlıca üstümü değiştiriyorum. Ben de olan her şeyini bırakıyorum aynanın önüne. Sarılıp huzurla uyuduğumuz yataktan yana yüzümü çevirmeden çıkmaya çalışıyorum. Bakarsam, hatırlarsam gidemem diye korkuyorum aslında.
Hızlıca banyoya girip elimi yüzümü yıkıyorum, diş fırçamı da sırt çantama atıp çıkıyorum banyodan. Işığı kapatmak için geriye baktığımda aklıma geliyor ilk taşındığında banyoyu temizlemeye çalışmam, birlikte aldığımız ilk duş. Işığı da kapatıp çıkıyorum.
Onun yanına gidiyorum balkona. Ağlıyor.
-          Neden ağlıyorsun?
-          Kolay mı?
-          Değil mi?
-          Değil.
-          Kolay değilse neden yaptın?
Yine sessizlik. Son sigaramı da içip söndürüyorum. Kapının önüne kadar geliyor beni geçirmek için. Ağlamaya devam ediyor. Ağlama diyorum. İçim elvermiyor ağlamasına. Avuç içlerimle yanaklarını kavrayıp göz yaşlarını siliyorum. Ağlama!
-          Beni seviyor musun?
-          Seviyorum.
-          O zaman neden ayrılıyoruz? Seviyorsan söyle elimden ne geliyorsa yapayım, bitirme ama. Kestirip atma.
-          Olmuyor.
Duymaktan en çok usandığım kelime.
-          Pişman olur musun acaba?
-          Bilmiyorum.
-          Olursan bir saniye bekleme olur mu? Seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun değil mi?
-          Biliyorum.
İyi diyorum kendi kendime. En azından bunu biliyor. Son kez sarılıyorum. İçini çeke çeke ağlıyor o, ben ise kokluyorum boynunu. Son kez. Bırakamıyorum.
-          Beraber aldığımız şeylere de sahip çık. Onlar hep bizim olsun.
-          Tamam.
Ağlamaya devam ediyor. Anlamlandıramıyorum. Yine siliyorum göz yaşlarını.
-          Seni seviyorum.
-          Ben de seni.
-          Hoşça kal.
-          Hoşça kal.
Çıkıyorum evden. Hızlı adımlarla. Arkama bakmamaya çalışıyorum. Ağlamaya başlıyorum. Apartmanın dışında, durağın olduğu yere inen merdivenleri iniyorum. İlk kez, tüm yaz boyu ilk kez sıcak umrumda değil. Durağa varmadan dönüp bir kez daha bakıyorum, acaba pencereden de olsa bir kez daha görür müyüm diye. Göremiyorum, çıkmıyor pencereye. O da benim ardımdan bakmıyor.
Birkaç gün geçiyor aradan. Annem geliyor yanıma her gün.
-          Aradı mı?
-          Aramadı anne.
-          Tamam üzülme.
Birkaç gün sonra yine.
-          Aradı mı?
-          Aramadı anne. Aramayacak.
-          Tamam üzme kendini.
-         
-          Ben de onu rüyamda gördüm.
-          Ne alaka anne ya? Nasıl gördün?
-          Benden helallik istiyordu. “Çok ekmeğini yedim teyzeciğim, hakkını helal et” diyordu bana.
-          Hmm. İyi.
Bir süre sonra diğer insanları da görmezden gelmeyi öğreniyorum sanırım. Yaşadığım ucuz bir romantik filmden alınmış bu sahneleri kafamdan silmeye çalışıyorum, ne kadar başarılı olduğumu kendimde bilmeden. An geliyor ona sinirleniyorum, an geliyor kendime.
Müzik dinliyorum elbette. Her ayrılığın olmazsa olmazı. Sonra şaşırıyorum, insan aynı şarkılara ayrı acılarla kaç kez hüzünlenebilir, umutlanabilir?

“Çünkü ayrılık da sevdaya dahil, çünkü ayrılanlar hala sevgili” midir?

İnsanların hafife aldığı kadar ufak acılarım yok aslında. İnsanların anlayamayacağı kadar büyük umutlarım var sadece.



15 Ağustos 2015 Cumartesi

Simit

                Sabah gözlerimi açtığımda kalın kahverengi perdelerin arkasından hafif hafif güneş ışığı vuruyordu odanın içerisine. Güneş ışığından rahatsız olmamıştım. Daha alarm da çalmamıştı. Birkaç kez döndüm durdum yatağın içerisinde ama uyku tutmuyordu. Halbuki daha alarmın çalmasına 45 dakikadan fazla zaman vardı. Yatağın içerisinde bağdaş kurup oturdum. Hemen yanı başımdaki sehpadan bir sigara çıkardım, yaktım. Derin bir nefes çektim içime, hiç rahatsız olmadan. Sonra bir nefes daha. Ardından bir tane daha. Odanın kapısı kapalı, penceresi açıktı. Pencere ise kalın kahverengi perdenin altında kalıyor, odayı havalandırmaya yetmiyordu. Bir nefes, iki nefes derken bir süre sonra aniden dağ eteklerini kaplayan sis gibi çökmüştü sigara dumanı odanın içine.
                Gece sıcaktan köşeye ittiğim çiçek desenli pikeyi alıp bacaklarıma örttüm. Sabahın serinliği rahatsız etmişti beni. Rahatsız eden tek şey de o değildi. Hani derler ya göğsüme öküz oturdu diye, aynen öyle bir his vardı içimde. Sanki nefes alıp vermek bile zordu ya da giderek zorlaşıyordu. Ayağa kalkıp odanın içerisinde bir tur attım. Kalın kahverengi perdeleri açtım önce içeri hava girsin diye. Yetmedi kapıyı da açtım, hatta salona kadar gidip balkon kapısını da.
                İçeri geri dönüp sehpanın üzerinde duran paketten bir sigara daha aldım. Yaktım, balkona çıktım. Ağaçların yeşilliği, kuşların cıvıltısı her zaman sinirime dokunmuştur. Herkes baharı, yazı sevmek zorunda mı? Sevmiyorum. Bazen sadece kar yağsın istiyorum, bazen de günlerce yağmur. Sahi ya. Yağmur yağsın. Yağmur yağınca hafifleyeceğim elbette. Her yeri temizleyen yağmur elbette beni de arındıracak. Ama yağmaz, hiç yağmadı sanki. Çok uzun zaman oldu sanırım. Ben bile kestiremiyorum en son ne zaman yağmur yağmıştı. Toprak çatlamış, kurumuş. Demek ki çok uzun zaman olmuş.
                Tekrar odaya döndüm. Tam saate bakmak için bir hamle de bulunmuştum ki alarm çaldı. Kalk borusu öttü, ama ben zaten ayaktaydım. İçimdeki sıkıntı hala olduğu yerde duruyordu. Hızlı adımlarla mutfağa gidip su ısıtıcısının düğmesine bastım. Kaynayana kadar da başında bekledim. Bir fincan çıkardım dolaptan, içine kahve ve süt tozu koyup ekledim kaynar suyu. Fincanı da elime alıp odaya geri döndüm. Yine bağdaş kurup oturdum yatağa. Pikeyi de örttüm bacaklarıma. Paketten bir sigara daha alıp yaktım. Kahveden de bir yudum aldım. Acı olmuş. Şeker atmayı unuttum herhalde. Üstelik ben kahve de sevmem. Ben çay insanıyım. Neden kahve içiyorum ki kahve. Bilemedim. Kalktım. Sigaradan bir nefes daha çekip kül tablasına bıraktım. Mutfağa gidip bütün bir fincanı lavaboya döktüm. Bardağı çalkaladım, içine bir tane poşet çay atıp suyu koydum. Tekrar odaya geldim. Sigaradan bir nefes daha çekip çaydan bir yudum aldım. Bu sefer iyi geldi. Gözlerimin biraz daha açıldığını hissettim.
                Bir yerde olmam gerek. Neresi? Neresi? İş. Evet, evet. İşe gitmem gerek. Duş almalıyım, giyinmeliyim, hazırlanmalıyım. Geç kalmamam lazım. Koştur koştur önce banyo, sonra oda, sonra yine banyo, sonra yine oda. Hazırım. İşe gidebilirim.
                Çıktım öylece yola. Yürüyorum. İçimdeki sıkıntı hala duruyor. Nedenini anlamaya çalışıyorum. Aslında vicdanımın rahat olması gerek. Deniz kenarına mı gitsem. Bu zamana kadar hep öyle yaptım. İçimde ne zaman bir sıkıntı olsa deniz kenarına gittim. İçimdeki bütün nefreti, öfkeyi, pisliği denize bıraktım hep bu zamana kadar. Sadece umudu saklıyordum bir köşede. Onu neden saklıyorum ki, onu da bırakmam gerek aslında. Kim demiş umut iyi bir his diye? Belki de denizden uzak bir yerde yaşamalıyım. Başıma gelen her şeyin sebebi deniz belki de. Yüzleşmekten kaçındığım ne var denize bıraktığım için geliyor başıma bunlar. Deniz intikam mı alıyor acaba benden? Ne saçmalıyorum ki ben? Daha önce deniz olmayan hiçbir yerde yaşamadım ki. Nasıl yaşanır onu bile bilmiyorum.
                Yürümeye devam ettim bir süre daha. Bir otobüs durağının önünden geçiyorum. Herkesin suratı asık. Sabah saat erken olduğu için mi böyleler yoksa gerçekten mutsuzlar mı? Bu kadar insanın gerçekten mutsuz olabileceğine inanmak istemiyorum bir yandan, öte yandan sebepler buluyorum kendi kendime. Durakta oturan kadın neredeyse ağlamaklı gibi, sevgilisi onu aldatıyor mu acaba? Yan tarafında, ayakta duran çocuk ise kulaklıklarını takmış müzik dinliyor. Acaba dinlediği şarkı mı hüzünlü, şarkıya mı kederlendi? Birden nereye uçacağına karar verememiş bir güvercinin kanat çırpışlarına irkildim. Salak hayvan önce üstüme doğru geldi, sonrasında yönünü değiştirdi. Bir an için bana çarpacak sandım. Korku filmi sahnesi gibi. Yine yüzümü durağa doğru çevirdiğimde birkaç kişinin bana baktığını fark ettim. Rezil olduğumu düşünüp adımlarımı sıklaştırdım.
                Çok güzel simit kokuyor. Simit çay mı yapsam acaba? Bu şehre dair sevdiğim tek şey artık simit. Çıtır çıtır, gevrek gevrek, sıcak sıcak, fırından yeni çıkmış. Yanında da bir beyaz peynir. Çok acıktım galiba. Bir yandan da midem bulanıyor, içimdeki sıkıntı gram azalmış değil. O kadar hava aldım, yürüdüm. Yok. Olduğu yerde duruyor. İş yerine de yaklaşıyorum. Bir şekilde üzerimden atmam lazım bu durumu.
                İş yerinin kapısından içeri giriyorum. Bu bina hep aynı kokuyor. Akşam hangi filmleri izlesem acaba. Bir şekilde kendimi meşgul etmem gerek. Uykum gelene, hatta sızana kadar birkaç film izleyebilirim herhalde. Ben sigara aldım mı ya? İnşallah almışımdır. Bu sıcakta bir daha çıkmak çok zor olur. Asansör de gelmek bilmedi. Biri mi tutuyor ki acaba yukarıda. Neyse bekleyeyim. Bu havada merdivenler çekilmez şimdi.
                Yine bir gün başladı. Hayat cidden devam ediyor. Çok ilginç geliyor düşününce. Zaman dursun istediğinde durmuyor. Akıp gidiyor. Bir an evvel geçip gitsin istediğinde de dakikalar birbirini kovalamayı bırakıyor. Aralarından bir tanesi öncü olup diğerlerini bekletiyor. İki gün önce neden bu kadar yavaş değildi zaman. Zaman da mı güzel olan şeyleri hızlı tüketiyor, beğenmediği şeyleri ağır ağır? Yoksa zamanda mı darıldı bana her şeyi ona bıraktığım için. Benim bir suçum da yok halbuki, öyle dediler diye yaptım. Yine zamana bıraktım diye mi oldu bunlar?
                Ben yine anlamadım. Yine bir gün başladı… Neyse ben bir çay içeyim, yanında da poğaça. Simit planlarım suya düştü. İçimin gittiği her şey gibi.
                                                               ***

Bir gün başladı, bitti. Ben bir çay içeyim. Sen mi? Sen hoşça kal. 

24 Mayıs 2015 Pazar

KARGABÜKEN

                Uzun uzun yıllar önce,uzak mı uzak bir diyarda bir oğlan yaşarmış bir başına. Hiç kimsesi yokmuş bu oğlanın. Babasını hiç görmemiş, annesi ise oğlanın büyüdüğünü çok da göremeden babasının yanına göçüp gitmiş. Tek başına çiçeklerin, ağaçların, böceklerin arasında büyümüş gitmiş bu oğlan. Ezelinden gelen bu merakı işine de yaramamış değil. Hangi ot neye iyi gelir, ne ile ne karışırsa sıtmayı tedavi eder, hangi çay mideyi rahatlatır her şeyi bilirmiş. Yaşadığı yerde büyük nam salmış bu oğlan, köyün en iyi hekimlerinden biri diye adı herkes tarafından bilinir olmuş.
                Her sabah güneşin doğduğu vakit yola düşer, öğlene kadar kimseciklere görünmeden dağ bayır gezer, kendine gerek bitki, kök ne varsa ormanda toplar daha sonra evine dönermiş. Köyün bütün hastalarını bir bir ziyaret eder, ilaçları neyse oracıkta karıştırır, herkesi iyi edermiş. Köylü de pek severmiş bu yapayalnız oğlanı. İyi ettiği hastalar bir bir kapısını çalar, ona yiyecek, giyecek getirirlermiş. Oğlan utana sıkıla bunları kabul eder ama bir daha da getirmemelerini öğütlermiş onlara.
                Pek arkadaşı yokmuş bu oğlanın, kapısını ara sıra hediye getirmek için çalan köylüler dışında kimse çalmazmış. Ne evine bir gelen olurmuş, ne de o kimsenin evine gidermiş sohbete, muhabbete. Tedavisini tamamladığı hastanın evinde bir bardak su bile içmeden çıkar gidermiş.
                Günlerden bir gün, oğlan köy meydanında soluklanırken köyün girişine kadar uzanan uzun yolun başında bir karartı seçilir olmuş. Dağın başında, herkesin unuttuğu bu köye kim gelir, nereden gelir, neden gelir kimse bilememiş. Bütün ahali yavaş yavaş meydanda toplanıp yolu izlemeye başlamış. Karartı köye doğru yaklaştıkça uzaktan gelenin bir at olduğu anlaşılmış. At yaklaştıkça merakla bakan gözler de çoğalmış, bir anda herkes işini gücünü bırakıp şaşkınlıkla atın gelişini izlemeye koyulmuş. İşin garip yanı atın üzerinde kimsenin görünmemesiymiş.
                At giderek kalabalığa doğru yaklaşmış. Tam meydanın orta yerinde duran çeşmenin yanına kadar gelmiş at. O sırada atın sırtında iki büklüm yatan bir adam bizim hekim oğlanın ayaklarının önüne düşüvermiş. Bir anda kalabalık dağılmış. Hastalığının ne olduğu belli olmayan bu adamda bulaşıcı bir hastalık olmasından korkup kaçışmaya başlamışlar. Gözünü kırpmasına kalmadan bir tek hekim oğlan kalmış meydanda, bir de yerde boylu boyunca yatan adam ile atı.
                Ahali evlerine, dükkanlarına girmiş, kapıları sıkı sıkıya kapatmış. Pencerelerin arkasına kurulup olacakları izlemeye başlamış. Kimse ne bir kap su vermiş yerde yatan adam, ne de bir parça ekmek götürmüşler. Yardım etmek için bir kişi bile kapısını açmamış. Oğlan bir başına kalakalmış köy meydanında ne yapacağını bilemeden. Bir yerde yatan adama bakıyormuş, bir de etrafından kaybolan ama pencere ardından seyre devam eden köylülere.
                Çok kısa bir zaman sonra oğlan eğilmiş adam yaşıyor mu diye bakmak için. Yaşıyormuş. Bir gayret adamı yüklenip atın üzerine koymuş. Sonra da kendisi atlayıvermiş atın sırtına. Dört nala eve gitmiş. Adamı aldığı gibi atın sırtından yatırmış yatağına. Küçük küçük yaralar görmüş adamın karnında. Sayıklıyormuş adam. Boncuk boncuk terliyormuş. Koşup gitmiş su almış, su ile yüzünü gözünü bir güzel temizlemiş adamın hekim oğlan. Adamın yaralarına bakmış.
                Koşup gidip açmış dolabını, kırk bir tane malzeme çıkarmış, irili ufaklı kavanozlarda, ağzı kapalı keselerde, çuvallarda duran kırk bir çeşit malzeme. Yedi farklı kabın içinde dövmüş, katmış karıştırmış macun olana kadar bizim oğlan. En son macunu koşup adamın yaralarına sürmeye başlamış. Macun bitene kadar da bütün yaralara sürmüş. Sarmış bütün yaraları tek tek elleri ile. Üç gün sargıları hiç açmadan beklemiş hekim oğlan adamın başında. Günde birkaç kez çenesinden bastırıp birkaç kaşık su vermiş adama hepsi bu.
                Bir sabah gün ışımaya başlayınca gözünü açmış adam bizim oğlan uyurken. Şaşırıp kalmış olduğu yere. Öldüm mü ben diye sormuş. Oğlan adamın sesine uyanıvermiş hemen. Oğlan adamın sorularına kısa kısa cevaplar verip hemen başlamış sargıları açmaya. Yaraların üzerine küçük bir şişede duran yağdan biraz biraz sürüp tekrar sarmış. Adam şaşkınlıkla hekim oğlanın yaptıklarını izliyormuş.
                Gel zaman git zaman adam iyileşmiş. Kendini gezdirebilir hale gelmiş. Adam ayaklanır ayaklanmaz, hekim oğlan yine malzemelerini toplamaya ormana gitmeye karar vermiş. Günün ilk saatlerinde çıkmış yola ve başlamış malzemelerini toplamaya.
                Gitmiş, malzemeleri toplamış, gelmiş. Adamın karşısına geçip oturmuş. Adam o zaman deyivermiş hekim oğlana hikayesini.
                Sultanın bir ulağıymış bu adam, komşu ülkelerden birine bir haber taşırken bir önünü kesen haramilere karşı dövüşmüş. Sultanın mektubunu istemişler; parasını, altınını istemişler. Lakin ulak vermemek de direnmiş. Direnince de yaralamışlar ulağı.
                Hekim oğlan da ona anlatmış hikayesini. Hikayesini dediğime de bakmayın, ne hikayesi varsa. Gel gelelim ulak iyileşene kadar hekim oğlan ile ulak arkadaş olmuşlar. Onca zaman içerisinde de köylüden hiç ses çıkmamış.
                Uzun zaman sonra bir gün yine köye inmiş hekim oğlan hastalara şifa vermek için. Köy yolunda onu görenler bir bir kaçmaya başlamışlar. Çil yavrusu gibi dağılmış insanlar bir anda. Hiçbir anlam verememiş bu hareketlerine oğlan. Bir bir kapıları çalmaya başlamış. Kimse kapısını açmamış hekim oğlana. Şaşkın şaşkın gezen oğlan son kapıyı da çalmış köydeki. Ses seda çıkmamış kimseden. Köy meydanına kadar geri dönmüş oğlan. En son biri pencereye çıkıp bağırmış oğlana git buradan, hastalıklı adam hala evinde, hasta o, sen de hastasın deyip kovmuş oğlanı köyden.
                Durumu anlatmaya çalışan hekim oğlan ne kadar denediyse de kimse kulak asmamış sözlerine. Sıkı sıkı örtmüş herkes kapısını, penceresini ta ki hekim oğlan gidene kadar.
                Çaresiz dönmüş gitmiş evine. Arkadaşı ulak anlamış ters giden bir şeyler olduğunu lakin ısrar etmemiş anlatması için. Her gün yeniden gidip tekrar tekrar anlatmayı denemiş hekim oğlan gerçekleri. Kimse oralı olmamış. Bütün köylü adamın hasta olduğunu, hastalığın hekim oğlana da bulaştığını, bulaşmadıysa bile yakın zamanda bulaşacağını ve eninde sonunda bu hastalığın köye kadar gelip herkesi öldüreceğini konuşur olmuş kulaktan kulağa.
                Köyün ileri gelenleri, yaşlıları, bilgeleri, zenginleri bir gece gizlice toplanıp adamın ölmesi gerektiğine karar vermişler ve bu iş için üç kişi görevlendirmişler.
                Yine bir sabah hekim oğlan çıkmış gitmiş ormana malzemelerini toplamak için. Görevi ulağı öldürmek olan üç kişi gözlermiş evin etrafını. Oğlanın evden çıkması ile kapıyı kırıp çullanmışlar ulağın üzerine. Koydukları gibi bir çuvalın içine Köyün girişine kadar getirip asıvermişler suçsuz adamı oracıkta. Halden anlamaz, dur durak bilmez, dinlemez bütün köylüler toplanıp izlemişler adamın katlini.
                Vakit geçmiş, hekim oğlan ormandan dönüp ulağı bulamamış evin içinde. Her yere bakmış, seslenmiş, ne sesi duyan var ne de dönüp gelen. Çok merak etmiş. Çıkıp köye gitmeye karar vermiş. Köyün girişine varır varmaz gözyaşlarına boğulmuş hekim oğlan. Arkadaşı, hastalıktan kaldırıp da kendine yoldaş ettiği ulak köyün girişinde asılı dururmuş. Yere çöküp başlamış ağlamaya. Köyün ileri gelenleri hekim oğlanın uzağından başlamışlar kararlarını bildirmeye. Sana bir gün mühlet veriyoruz, pılını pırtını topla köyden git yoksa senin de sonun böyle olacak demişler.
                Hekim oğlan dimdik dikilmiş ayağa. Başlamış köylüye seslenmeye. “Nasıl insansınız bilemedim. Senelerce ne kötülüğüm dokundu size? Hastalarınızı iyi ettim, yatalaklarınıza şifa verdim. Kar demedim, kış demedim, yazın sıcak demedim. Koştum geldim yardımınıza. Ne bir kuruş istedim, ne hanlar hamamlar. Bir yudum suyunuzu bile içmedim hak geçmesin diye. Ne dinlediniz beni ne anladınız. Hasta değil dedim, hasta değilim dedim. Gücünüz bana mı yetti, gücünüz ona mı yetti? Ben iyi edip ayağa diktim, size mi kaldı canını almak. Yarın bir gün secdeye vardığınızda vicdan azabı ile tövbe etmeyin, af dilemeyin. Şifa isteyin. Asıl hasta sizsiniz. Ne kulağınız duyar, ne gözünüz görür ne de kalbiniz çalışır sizin” demiş.
                Atladığı gibi atına dört nala gitmiş evine. Kapının önünde, bahçesinde duran kargabüken ağacından toplamış meyveleri, oturmuş kapının eşiğine bir bir yemiş hepsini, oracıkta uyumuş hekim oğlan, bir daha da uyanmamış.

                Birkaç gün sonra vakit dolunca hekim oğlan gitmiş mi diye kontrole giden köylüler buluvermişler cesedini. Ulak ile beraber hekim oğlanın cesedini de yakmışlar. Köylü kulaktan kulağa hekim oğlan da hastaymış, ölüp gidivermiş diye konuşmaya başlamış. Yıllar yıllar sonra bile bu hikaye anlatılır olmuş, nesilden nesile aktarılmış. Kimse gerçeği bilmemiş, ama herkes, hiç kimsenin bilmediği bu hastalıktan korkar olmuş. Nesiller boyu adı bile olmayan bu hastalık, onlarca insanın öldürülmesine, yüzlercesinin de yalnız başına bir ormanda yaşamasına sebep olmuş. Hastalığın adını da kimseler koyamamış. İnsan en çok bilmediğinden korkarmış…

27 Kasım 2014 Perşembe

DENİZ FENERİ

            Uzun uzun yıllar önce uzak bir diyarda bir oğlan yaşarmış. Bu oğlan bir başına, kasabanın dışında, uçurumun kıyısında duran bir deniz fenerinde yaşarmış. Deniz fenerinin bekçiliğini yapmakmış bu oğlanın işi. Arada sırada kasabaya iner, kendisine bir iki hafta yetecek yiyeceğini, sessiz sedasız, esnaf dışında kimse ile konuşmadan alır, deniz fenerine geri dönermiş.
            Uzunca bir zaman kasabada çocukla alakalı bir sürü dedikodu çıkmış. “Delirdi” diyorlarmış oğlanın ardından. “Kimsesi kalmayınca kendini dağlara taşlara vurdu” diyorlarmış. Kimseye rahatsızlık vermeyen bu garip çocuğun bile arkasından konuşur olunmuş kasabada. Dedikodu başını alıp yürümüş. Kulaktan kulağa bir bir herkes konuşur olmuş. “Fenerci oğlan delirmiş” diye dedikodu edenler bir süre sonra kendileri de inanır olmuşlar söylediklerine, bir ağızdan çıkan bin ağza yayılmış. Yayılmış yayılmasına ama birin üstüne bin katılmış. “Fenerci iyiden iyiye delirmiş, geceleri ormanda bir başına gezermiş… Fenercinin kafa iyice gitmiş, geçenlerde yoldan geçenlere saldırmış…” gibi bir sürü yalan dolan demiş ahali oğlanın ardından. Anneler çocuklarını uyarırmış Fenerciyi görürlerse kaçsınlar diye. Böyle böyle kimse konuşmaz olmuş oğlanla. Oğlan da kimseyle konuşamamış. Bir iki kelam edecek kimsesi kalmamış geriye.
            Bir gün kasabadan dönmüş erzaklarını alıp. O gidip dönene kadar vakit akşam olmuş. Hava yavaştan kararmaya başlamış. Bir an evvel gidip geç olmadan aldıklarını yerleştirip işinin başına geçmesi gerekirmiş oğlanın. Ne de olsa yol gösteren oymuş geceleri gelip geçen gemilere…
            Erzak çuvalını yüklenmiş sırtına. Bir bir çıkmış deniz fenerinin merdivenlerini. Aldıklarını yerleştirmiş özenle. Yaşadığı yer küçük mü küçük, kutu kadar bir yermiş. Çok da uzun sürmemiş işi. Kendine biraz ıhlamur kaynatmış. Ihlamurunu da yanına alıp çıkmış fenerin olduğu kısma.
            Havanın iyice karardığından emin olunca yakmış feneri. Elindeki ıhlamuru gidip tazelemiş. Oturmuş camın önüne denizi izlemeye koyulmuş. Gelip geçen hiçbir gemi yokmuş o gece. Sadece dalgalı deniz.
            Birden bir karartı görmüş fenerin aydınlattığı kısımda. Bir gemi mi geliyor acaba diye düşünüp cama doğru iyice sokulmuş. Sadece karartı seçiliyormuş. Fenerin ışığı o yana düştüğünde görülen bir karaltı, aydınlığın içinde. Nefesinden buğulanan camı kolu ile silip yeniden sokulmuş. İyice bakmaya çalışmış yaklaşan karartının ne olduğunu anlamak için.
            Fenerin ışığı o yana vurdukça gözlerini dört açıyor, karartının olduğu yöne doğru bakıyormuş. Birden bire karartı yok olmuş ortalıktan. Ne olduğunu anlayamamış Fenerci. Dışarı çıkıp bakmak istemiş ama gecenin karanlığında bir şey göremeyeceğini düşünmüş. Tekrar tekrar bakmış aynı noktaya ama yine de bir şey görememiş. Hayal gördüğünü düşünüp yatıp uyumuş.
            Ertesi gün yine aynı saatte, koltuğuna kurulup denizi izlemeye başlamış. Yine aynı noktada, deniz fenerinin ışığı vurdukça beliren bir karartı görmüş Fenerci. Bu sefer dışarı konuş birden bire yerinden fırlayıp. Karartının gerçek olduğunu gözleriyle, yakından görmek istemiş. Uzaktan hiçbir şeye benzetememiş karartıyı Fenerci. Bağırmak istemiş ama rüzgarın ve dalgaların sesinden kimsenin onu duymayacağını fark edip susmuş. Bir anda bir ses duymuş Fenerci. “Gel” diyormuş ses “Bana gel. Yalnızlığına ortak olurum elbet senin. Sen yeter ki bana gel.”
            Tüm gücüyle bağırmış Fenerci “Kim var orada?” diye. Cevap gelmemiş. Tekrardan fenerin ışığı o tarafı aydınlattığında yok olmuş karartı…
            Sabah ilk iş kasabaya gitmiş Fenerci. Olanları birine anlatıp birine sormak istemiş neler olup bittiğini ama kasabaya varınca fark etmiş ki kimse ondan yana yüz çevirmiyor. Kadınlar verandalarından evlerine geçip kapıları kilitliyorlar. Sokakta yürüyenler ondan yana gelince yollarını değiştiriyorlar. Kime sorsam kimse anlatsam diye düşünmüş düşünmüş ama işin içinden çıkamamış.
            Kasaba meydanına vardığında artık kimse kalmamış sokaklarda. Onu gören kapısını bacasını kapatıp evine giriyormuş. Meydandaki çeşmenin yanında dikilmiş bir süre, etrafına bakmış lakin hiç kimseyi görememiş Fenerci. Ağzının kuruduğunu fark edip çeşmeye doğru eğilmiş. Bir anda ardında beliren gölgeyi fark edip doğrulmuş Fenerci. Arkasında yaşlı, hafiften kambur, kırışık yüzlü bir kadın belirmiş. Elinde bir değnek varmış kadının. Gözleri küçük ve kısıkmış. Fenerci yaşlı kadının gözlerinin görmediğini fark etmiş. “Yardım edeyim mi?” diye sormuş kadına. Kadın ses etmeden yavaşça elindeki küçük kabı uzatmış. Çocuk kabı önce çalkalayıp sonra doldurup kadına uzatmış. Kadın çeşmenin başındaki betona oturmak için değneği ile yolunu bulmuş, gidip oturmuş. Çocuğun uzattığı suyu bir dikişte içmiş. Yaşlı kadın eliyle işaret etmiş Fenerciye. Fenerci de geçip kadının yanına oturmuş.
            Kadın hiç ses etmeden beklemiş Fenerci bir şey söylesin diye. Fenerci tam ağzını açacak olmuş ki yaşlı kadın başlamış konuşmaya. “Ne aradığını bilirim. Neden aradığını da. Lakin bulması zordur. Ne istersen, ne dilersen elde edersin elbet, çabalamak gerek. Dilediğin şey Kara Ormanın derinindeki mağaradadır. Oraya var. Yolun varır da gidersen, gözün görür de bakarsan bulursun” demiş yaşlı kadın. Fenerci yerinden doğrulmuş. Yaşlı kadına yardım etmek için arkasını döndüğünde kadını görememiş. Kadın adeta yok olmuş.
            Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyen Fenerci evine doğru yol almış. Eve vardığında kadının söylediklerini düşünmüş ve yola düşme kararı almış. Evinden çıkmış koyulmuş yola.
            Kara Ormana varmak için az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş… Yolda gördüğü kim varsa sormuş, soruşturmuş sonunda ormanı bulmuş. Lakin orman adının hakkını verir cinstenmiş. Uzaktan bakmak bile Fenerciyi korkutmaya yetiyormuş. Uzun uzun ağaçların nerede bittiğini söylemek çok da mümkün değilmiş. Sanki göz alabildiğine uzanıyorlarmış Fenercinin önünde. Bir cesaret sürmüş atını ormanın içine. Gittikçe gitmiş, ormanın derinliklerine doğru. İlerledikçe ağaçlar sıklaşmış, havanın aydınlığı yerini ağaçların gölgelerine bırakmış. Ormana gireli baya vakit olmuş ama daha ne bir mağara ne de mağara çıkacak bir yol, bir patika görmüş Fenerci. En sonunda durmuş. Bir ağacın dalına atını bağlamış, yüksekçe bir taşın dibine oturmuş. Azığını açmış, içinden bir elma çıkarmış. Elmayı yere koymuş, matarasına uzanmak için o sırada elma yuvarlanıp büyük taşın altındaki bir deliğe girmiş. Elmayı almak için elini soktuğunda elma daha da ileri gitmiş ve bir süre sonra elmanın sekerek düştüğünü duymuş Fenerci. Taşın öbür yanına doğru gitmiş ne olduğunu görmek için.
            Taşın diğer tarafının bir giriş olduğunu fark etmiş. Aşağı, karanlığa doğru inen uzunca bir merdiven görmüş. Atının yanına gidip oradan gaz lambasını alıp yakıp aşağı doğru inmeye başlamış. Hiç bitmeyecek sandığı o merdivenler bir anda bitmiş ve geniş bir odaya açılmış. Dikkatlice duvardan yana yürüyen Fenerci duvarda bir adet meşale olduğunu görmüş ve lambanın aleviyle meşaleyi yakmış. Bir anda odanın her bir yanındaki meşaleler alev almış ve içerisi aydınlanmış. Oda sandığı yer aslında uzunca bir koridormuş. Diğer uca varmak için yürümüş de yürümüş Fenerci. Yürürken bir yandan duvardaki işlemeler dikkatini çekmiş, taşa bir bir, özenle oyulmuş desenler süslüyormuş duvarları. Diğer uca vardığında genişçe bir kapı ile karşılaşmış. Kapıyı açmak için bir hışım yüklenmiş kapıya. Kapı gürültülü bir şekilde gıcırdamış ve ancak aralanmış. Bir kez daha yüklenmiş tüm kuvvetiyle. Bu sefer geçebileceği kadar aralamış kapıyı.
            Kapının ardı karanlıkmış. Elindeki meşale ise ancak gözünün ucunu görmesine yetecek kadar aydınlatıyormuş odayı. Yine duvardan yana gitmiş meşaleleri bulmak için ama bu sefer duvarlarda meşaleleri bulamamış. Tam iyice duvara yanaşmışken ayağı boşluğa denk gelmiş bir anda Fenercinin ve ayağının altındaki taş yere doğru çökmüş. Birden o hizadaki bütün taşlar yere doğru çökmeye başlamış ve suyolu gibi bir yol oluşturmuşlar. Bu yola bir anda gaz yağı dolmaya başlamış. Fenerci elindeki meşaleyi gaz yağına doğru tutmuş. Birden bütün oda aydınlanmış. Dört bir duvarın dibinden aydınlık yükselmiş. Fenerci ne olduğunu anlamaya çalışırken kalın, tok bir ses duyuvermiş. “Kim var orada?” diye sormuş ses. Korkudan cevap verememiş Fenerci. Bir kez daha sormuş aynı soruyu derinden gelen ses. Fenerci bir kez yutkunup cümlesine başlamak üzereyken “ben…” demesiyle birlikte ses “Yaklaş” diye kükremiş.
            Fenerci sesin geldiği duvara doğru yanaşmış. Duvar ortadan ikiye ayrılmış ve duvarın içinden bir dev çıkıvermiş. Fenerci devden uzak durabilmek için geriye çekilmiş. Dev homurdan homurdana bir adım atmış. Sonra avucundaki kâğıdı Fenercinin önüne atıp git diye bağırmış. Fenerci kâğıdı yerden almış ve başlamış koşmaya. “Aradığını bulmuşsun, daha fazla arama” diye seslenmiş dev arkasından ama Fenerci tek solukla bütün yolu koşmuş taa merdivenlerin başına kadar. Merdivenleri de hızlıca çıkıvermiş. O kadar korkmuş ki kalbi göğsünden fırlayacak sanmış.
            Atının yanına geri gelip oturmuş. Devin kendisine verdiği kâğıdı açmış. Bir de ne görsün, bir harita. Kara ormanın her ucunu birleştiren orta yerindeki gölde bir adayı işaret ediyor. Fenerci direkt atına atlamış ve başlamış dörtnala gitmeye.
Bir süre sonra gölün kıyısına varmış Fenerci. Atını bir ağaca bağlayıp kıyıya doğru yürümüş. Adaya nasıl geçeceğini düşünmeye başlamış. Oturmuş, devin kendisine verdiği haritayı açmış ve bir kez daha incelemeye koyulmuş. Ne bir iskele, ne de bir bot görünüyormuş etrafta. Harita da hiçbir iz yokmuş adaya nasıl gidileceğine dair. Oturmuş gölün kıyısına, taş sektirmeye başlamış Fenerci adaya nasıl geçeceğini düşünürken. Uzunca bir süre taş sektirmiş oturduğu yerde. Birden eline bir taş gelmiş. Taş bembeyazmış, tuz gibi. Önce öylesine bir bakmış, incelemiş. Sonra omuzlarını silkmiş ve atmış taşı gölün üzerine. Taşın suya değmesiyle yer şiddetli bir biçimde sarsılmış kısa bir süre, sonra durmuş. Fenerci ne olduğunu anlayamamış. Taş aldığı yere bakıp aynı attığı taşa benzeyen iki tane daha taş görmüş. Onları da alıp tek tek atmış suyun içine. Üçüncü taşı atmasıyla birlikte sarsıntı iyice şiddetlenmiş ve suyun içerisinden dar, taş bir köprü çıkmış. Fenerci hızlıca yerinden doğrulup adanın olduğu tarafa doğru koşmaya başlamış ama köprü o kadar darmış ki bir süre sonra yavaşlamak zorunda kalmış. En sonunda güç bela da olsa adaya varmış. Kıyıya adımını atmasıyla köprü yok olmuş ve köprünün ayağının değdiği yerde göle attığı üç beyaz taş belirmiş. Onları alıp cebine koymuş Fenerci. Ve ağaçların arasında yürümeye başlamış.
Bir müddet yürüdükten sonra birinin şarkı söylediğini duymuş ve sesin geldiği yöne doğru yürümeye başlamış. Küçük tahta bir kulübe çıkmış karşına. Kulübenin arka tarafından geliyormuş ses. Yavaşça kulübenin yanına doğru yanaşmış ve arka tarafa doğru kafasını uzatmış. İpteki çamaşırlar kendi kendine katlanıyor ve sepete diziliyormuş, kimseyi görememiş Fenerci. Gözlerini ovalayıp bir kez daha bakmış. İyice eğilmiş bakmak için. Bu sırada ayağı bir taşa takılmış ve taş çamaşırların olduğu tarafa doğru yuvarlanmış. Şarkı bir anda durmuş ve şarkıyı söyleyen ses “Kim var orada? Göster yüzünü!” diye bağırmış. Fenerci şaşkın bir şekilde bir adım öne çıkmış ama kime ve neye doğru bakması gerektiğini bilmiyormuş. “Sen miydin?” demiş ses. Çamaşır sepetinin olduğu tarafta, kulübenin duvarında asılı olan siyah başlıklı bir pelerin birden hareketlenmiş ve biri onu giymeye başlamış. Fenerci şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibi olmuş. Ortalıkta hiç kimseler yokken bir anda pelerinin içerisinde güzel mi güzel bir kadın belirmiş. Fenerci sessizce kalakalmış olduğu yerde. Kadın Fenerciye doğru yaklaşıp pelerinin cebinden beş tane tohum çıkarmış. “Bu tohumları alıp deniz fenerinin doğuya bakan yanına ek, ama ekerken aralarında birer metre aralık bırak” demiş ve kulübeye girmiş. Fenerci olduğu yerde dikiliyormuş. Kadın kulübenin küçük camını açıp “Ee hadi git artık” deyip gülmüş.
Fenerci koşa koşa uzaklaşmış kulübeden. Gölün kıyısına gelince yine taşları birer birer suyun içine atmış ve taş köprüden geçmiş karşıya. Atına binip dosdoğru evinin yolunu tutmuş.
Ben diyeyim bir gün siz diyin on gün sonra Fenerci varmış evine. Kapıyı bile görmeden ilk iş deniz fenerinin doğu tarafına dönmüş yüzünü. Koşup duvara dayalı küreği almış başlamış tohumları ekmeye birinciyi ekmiş, bir metre arayla ikinciyi derken hepsini ekmiş tohumların ve can sularını da vermiş. Sonra başlamış beklemeye.
Günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları kovalamış. Fenerci tohumlara gözü gibi bakmasına rağmen bir tanesi bile yeşermemiş, filizlenmemiş. Tohumlardan bir iş çıkmadığı gibi günlerce, gecelerce beklediği o karartıyı ne bir daha görmüş, ne de bir daha o karartının içerisinden kendini çağıran sesi duymuş.
Günlerden bir gün Fenerci kasabanın yolunu tutmuş erzak almak için. Fenercinin uzunca bir süre ortadan kaybolduğunu duyan insanlar onun arkasından ettikleri dedikoduları iyice abartmış, Fenerci öldü demeye varana kadar bir sürü yeni söylenti çıkarmışlar. Fenerci başı önde kimseye ses etmeden dükkânlara girip bazılarından boş elle, bazılarından bir iki kese kâğıdı ile çıkmış. Heybesine doldurmuş aldıklarını. Çeşmenin başına gelip biraz su içmek için eğilmiş çeşmeye. Ardını döndüğünde kendisini Kara Ormana gönderen yaşlı kadını görmüş Fenerci. Fenerci daha ağzını bile açamadan yaşlı kadın “Aldın mı tohumları, ektin mi?” diye sormuş. Evet der gibi başını sallamış Fenerci meraklı gözlerle. Yaşlı kadın cebinden bir şişe çıkarıp vermiş Fenerciye. “Bu şişeyi al, bütün tohumların bugün dibini kaz, sonra da bu şişedekini eşit beş parçaya bölüp tohumlara dök” demiş. Fenerci şişeye bakarken kadın ortadan yok olmuş.
Hızlıca evine gitmiş Fenerci. Yaşlı teyzenin dediği gibi bütün tohumların dibini kazıp verdiği şişedeki suyu beş parçaya bölüp hepsine dökmüş. Başlamış beklemeye.
Ertesi sabah uyanıp koşarak bahçeye inmiş Fenerci. Bir de ne görsün! Uğruna onca macera yaşayıp ne umutlarla ektiği o tohumların olduğu yerlerden beş tane ayrık otu bitmiş. Sinirinden olduğu yerde zıplamış, bağırmış. Koşa koşa merdivenleri çıkıp evine girmiş. Oturmuş hıncından ağlamış.
Gece yine ıhlamurunu eline almış ve oturmuş camın karşısına. Denizi izlerken oturduğu yerden deniz fenerinin aydınlığının vurduğu bir noktadan yine aynı karartıyı görmüş. Karartı giderek yaklaşıyormuş. Fenerci bir hışımla koşmuş dışarı. “Kim var orada?” diye bağırmış. Cevap yok. Karartı giderek yaklaşmış ve bir insan siluetine bürünüp dikilmiş Fenercinin karşısına, bir gölge. Gölge ayrık otlarının olduğu yana doğru gitmiş. Bir bir eğilip hepsine bir şeyler fısıldamış ve sonuncuya da fısıldadıktan sonra, geçip hepsinin rengârenk goncaları olan gül fidelerine dönüşmesini izlemiş. Şaşkınlıkla gölgeye ve fidelere bakan Fenerci mutluluktan ağlamaya başlamış. Uğruna onca uğraş verdiği, o kadar hayalini kurduğu tohumlar en sonunda işe yarar bir hale gelmiş.
Gölge oracıkta sarmış Fenerciyi. Sıcacık bir yatak gibi. Fenerci mutluluk ve yorgunlukla uyuyakalmış.
Sabahın ilk ışıkları ile uyanmış Fenerci. Uzunca süredir bulamadığı huzuru bulmuş gibi mutlu bir şekilde, gülümseyerek. Sonra bir anda ne kadar üşüdüğünü fark etmiş. Kafasını gül fidelerinin olduğu yöne doğru çevirmiş. Fideler yok, yerlerinde yine ayrık otları var. Sinirden gidip hepsini sökmeye çalışmış tek tek ama kökleri çok derine iniyormuş. Hırsından gidip orakla hepsini kesmiş. Arkasını döndüğünde tekrardan bitmiş ayrık otları budadığı yerden. Çaresizce oturup ağlamış Fenerci, yapacak hiçbir şeyi olmadığı için.

Sonra geceler, günlerce, haftalarca, aylarca beklemiş Fenerci camın önünde aynı gölgenin gelmesini. Ne gelen olmuş, ne giden… Gitmiş, bakmış, aramış, sormuş… Ne yaşlı kadını bulabilmiş, ne devi ne de kendisine tohumları veren güzel kadını… Kendi ektiği bitmek bilmeyen, sonu gelmeyen ayrık otlarını biri gelip gonca güllere dönüştürsün diye beklemiş Fenerci… Kimse ne kadar beklediğini bilmemiş…