Uzun
uzun yürüdü yağmurda. Bahar yağmurunda ıslanmayalı uzunca zaman olmuştu. Bir
önceki bahar ne zaman başlamıştı, ne zaman bitmişti? Önemsemedi. Yeniden bahar
gelecekti elbet. Geldi de. Beklemişti onca zaman. Beklemiş miydi?
Apartmanının
demir kapısının önüne geldiğinde artık sırılsıklam olmuştu. Saçlarından önce
geniş alnına daha sonra da elmacık kemiklerine süzülen su damlaları iyiden
iyiye sinirini bozmaya başlamıştı. Elleri çok üşümüştü, ayakkabısının içine su
dolmuştu biraz da. Çorapları ıslanmıştı. Ufak bir su birikintisine basmıştı
farkında olmadan. Ceketinin cebinden titreye titreye anahtarını çıkardı.
Apartmanın kapısını açtı, paspasa bir güzel temizledi ayaklarını. Girdi içeri. Merdivenlerden
çıkarken aşağıya doğru baktı. Her basamakta su damlaları ve ıslak
ayakkabılarının izleri kalıyordu. Bahar da iz bırakıyordu. Sonbahar gibi…
Eve geldi.
Ayakkabılarını ilk kez kapının önünde çıkardı. Genelde dalıverirdi evin içine
ayakkabılarla. Salonun önüne kadar yürür orada çıkarırdı ayakkabılarını. Islak çoraplarını
da çıkarıp eline aldı. Evin açık renk parkelerinin üzerinde ayak izleri
kalıyordu o yürüdükçe. Bastığı her santime bir anı bırakıyor gibiydi. Kendi
gölgesini geride bırakır gibi. Kendi izlerine bakıyordu dönüp dönüp.
Zar zor
üzerini değiştirdi. Uzunca zamandır giymediği kalın kazağını giydi. Üşüyordu.
Bahar yağmuru üşütüyordu. Bahar yağmuru üşütüyordu, rüzgarla beraber geliyordu
çoğu zaman. Deneyimliydi bu konuda ama her seferinde de hazırlıksız
yakalanıyordu. Yakalanınca da koyveriyordu. Islanmak değildi sorun. İzlerdi.
Geride bıraktığı izleri sevmiyordu. Her şeyi temizleyen yağmur, onun hayatında
iz bırakıyordu.
Mutfağa
gitti. Bir fincan çay için. “İçin ısınır evladım” diyen annesini düşündü bir
an. Bir bardak çayla insanın içi ısınır mıydı gerçekten? Çok zor değil miydi? O
kadar kolay mıydı ısınmak? İçini ısıtmak… Bir bardak çay.
Çayı
doldururken birkaç damla su eline geldi. Canı çok yandı. Zar zor bıraktı
çaydanlığı elinden. Koşup musluğu açıp elini soğuk suyun altına tuttu. Bir
yandan da sövdü bağıra çağıra. Çaydanlığa mı sövdü, kendine mi, yoksa içini
ısıtamadığına mı bilinmez. Ama sövdü. Allah'tan çok yanmamıştı eli. Gidip çayını
aldı.
Çıplak
ayak dolanıyordu evin içinde. Gözü hala parkelerdeki izlerdeydi. Salona geldi,
cam kenarına koyduğu küçük koltuğa oturdu. Dışarıyı izlemeye koyuldu. Yoldan
koşturarak geçen bir sürü insan vardı. Hepsi yağmurdan kaçıyordu. Güzel giyimli
bir kadın, elindeki gazeteyi kafasının üzerinde tutarak yüksek topuklu
ayakkabıları ile hızlıca yürümeye çalışıyordu. Belli ki alışkın değildi. Ya yağmura
ya da yüksek topuklara… Bir başka köşeden yaşlı bir teyze çıktı. Bir çöp
torbasını yırtmış, yağmurluk gibi üzerine geçirmişti, yağmurluk niyetine
kullanıyordu. “Ben yapamazdım” diye düşündü kendi kendine. Yağmur insanların
gerçek yüzlerini çıkarıyordu ortaya adeta. Bir başka tarafta adamın biri
dükkanlardan birinin tentesinin altına sığınıp sırılsıklam olmuş yağmurluğunun
cebinden bir paket sigara ile bir tane çakmak çıkardı. Şimdi bu adam rahat
rahat bir sigara içmek için mi durdu yoksa yağmurdan korunmak için mi?
Sokağın
diğer başından çocuklar geliyordu. Sırtlarında okul çantaları. Ellerinde
şemsiye yok. Umursamıyorlardı ıslanmayı. Başta yağmurdan kaçmak için koşuyorlar
sanmıştı ama yağmur umurlarında değildi. Sadece oyun oynuyorlardı. Oyun mu
sahici yoksa yağmur mu?
Bir bahar
daha geldi insanlara. Yağmuruyla. Rüzgarıyla. İnsanoğlu garip. Kendi bekledi
baharı. Sonra kaçtı. Kimi evlere sığındı, geniş duvarların ardına. Kimi bir parça
gazete ile korundu, kimisi naylonla. Kimisi bulduğu ilk saçak altına girdi,
sigara molası verdi belki de. Bir çocuklar birdi. Çocuklar hala sahici. İnsanoğlu
garip. Kendi bekledi baharı, kendi kaçtı. Bahar geldi mi sahi?