18 Nisan 2013 Perşembe

BAHAR


                Uzun uzun yürüdü yağmurda. Bahar yağmurunda ıslanmayalı uzunca zaman olmuştu. Bir önceki bahar ne zaman başlamıştı, ne zaman bitmişti? Önemsemedi. Yeniden bahar gelecekti elbet. Geldi de. Beklemişti onca zaman. Beklemiş miydi?
                Apartmanının demir kapısının önüne geldiğinde artık sırılsıklam olmuştu. Saçlarından önce geniş alnına daha sonra da elmacık kemiklerine süzülen su damlaları iyiden iyiye sinirini bozmaya başlamıştı. Elleri çok üşümüştü, ayakkabısının içine su dolmuştu biraz da. Çorapları ıslanmıştı. Ufak bir su birikintisine basmıştı farkında olmadan. Ceketinin cebinden titreye titreye anahtarını çıkardı. Apartmanın kapısını açtı, paspasa bir güzel temizledi ayaklarını. Girdi içeri. Merdivenlerden çıkarken aşağıya doğru baktı. Her basamakta su damlaları ve ıslak ayakkabılarının izleri kalıyordu. Bahar da iz bırakıyordu. Sonbahar gibi…
                Eve geldi. Ayakkabılarını ilk kez kapının önünde çıkardı. Genelde dalıverirdi evin içine ayakkabılarla. Salonun önüne kadar yürür orada çıkarırdı ayakkabılarını. Islak çoraplarını da çıkarıp eline aldı. Evin açık renk parkelerinin üzerinde ayak izleri kalıyordu o yürüdükçe. Bastığı her santime bir anı bırakıyor gibiydi. Kendi gölgesini geride bırakır gibi. Kendi izlerine bakıyordu dönüp dönüp.
                Zar zor üzerini değiştirdi. Uzunca zamandır giymediği kalın kazağını giydi. Üşüyordu. Bahar yağmuru üşütüyordu. Bahar yağmuru üşütüyordu, rüzgarla beraber geliyordu çoğu zaman. Deneyimliydi bu konuda ama her seferinde de hazırlıksız yakalanıyordu. Yakalanınca da koyveriyordu. Islanmak değildi sorun. İzlerdi. Geride bıraktığı izleri sevmiyordu. Her şeyi temizleyen yağmur, onun hayatında iz bırakıyordu.
                Mutfağa gitti. Bir fincan çay için. “İçin ısınır evladım” diyen annesini düşündü bir an. Bir bardak çayla insanın içi ısınır mıydı gerçekten? Çok zor değil miydi? O kadar kolay mıydı ısınmak? İçini ısıtmak… Bir bardak çay.
                Çayı doldururken birkaç damla su eline geldi. Canı çok yandı. Zar zor bıraktı çaydanlığı elinden. Koşup musluğu açıp elini soğuk suyun altına tuttu. Bir yandan da sövdü bağıra çağıra. Çaydanlığa mı sövdü, kendine mi, yoksa içini ısıtamadığına mı bilinmez. Ama sövdü. Allah'tan çok yanmamıştı eli. Gidip çayını aldı.
                Çıplak ayak dolanıyordu evin içinde. Gözü hala parkelerdeki izlerdeydi. Salona geldi, cam kenarına koyduğu küçük koltuğa oturdu. Dışarıyı izlemeye koyuldu. Yoldan koşturarak geçen bir sürü insan vardı. Hepsi yağmurdan kaçıyordu. Güzel giyimli bir kadın, elindeki gazeteyi kafasının üzerinde tutarak yüksek topuklu ayakkabıları ile hızlıca yürümeye çalışıyordu. Belli ki alışkın değildi. Ya yağmura ya da yüksek topuklara… Bir başka köşeden yaşlı bir teyze çıktı. Bir çöp torbasını yırtmış, yağmurluk gibi üzerine geçirmişti, yağmurluk niyetine kullanıyordu. “Ben yapamazdım” diye düşündü kendi kendine. Yağmur insanların gerçek yüzlerini çıkarıyordu ortaya adeta. Bir başka tarafta adamın biri dükkanlardan birinin tentesinin altına sığınıp sırılsıklam olmuş yağmurluğunun cebinden bir paket sigara ile bir tane çakmak çıkardı. Şimdi bu adam rahat rahat bir sigara içmek için mi durdu yoksa yağmurdan korunmak için mi?
                Sokağın diğer başından çocuklar geliyordu. Sırtlarında okul çantaları. Ellerinde şemsiye yok. Umursamıyorlardı ıslanmayı. Başta yağmurdan kaçmak için koşuyorlar sanmıştı ama yağmur umurlarında değildi. Sadece oyun oynuyorlardı. Oyun mu sahici yoksa yağmur mu?
                Bir bahar daha geldi insanlara. Yağmuruyla. Rüzgarıyla. İnsanoğlu garip. Kendi bekledi baharı. Sonra kaçtı. Kimi evlere sığındı, geniş duvarların ardına. Kimi bir parça gazete ile korundu, kimisi naylonla. Kimisi bulduğu ilk saçak altına girdi, sigara molası verdi belki de. Bir çocuklar birdi. Çocuklar hala sahici. İnsanoğlu garip. Kendi bekledi baharı, kendi kaçtı. Bahar geldi mi sahi?