26 Ağustos 2014 Salı

GÖLGE

            Yatağına ters uzanmıştı. Baş kısmına ayaklarını uzatmıştı. Kafasının altında kılıfı birbirinden farklı olan iki yastık. Hayatında hiçbir şey birbirini tutmuyordu. Yastık kılıflarının birbiriyle aynı olmaması onu hiç de ilgilendirmemişti.

            Tavana dikmişti gözlerini. Boş boş tavana bakıyordu. Neredeyse bir aydır aynı rutini tekrarlıyordu. Aynı şeyleri düşünüyordu. Arada sırada düşünceleri ağır gelince biraz ağlıyor, sonra sakinleşiyor, yeniden koyuluyordu düşünmeye koyuluyordu.

            Kendinden sıkılınca kalkıp gidip bir fincan çay ya da kahve yapıyor, mutfağın kapısından eğilip salondan içeriye doğru bakıyor, kimse ile göz göze gelmeden odasına geri dönüyordu.

            Yattığı yerden gardırobun aynasına bakıyordu arada sıra halini görmek için. Aynadaki yansımanın acizliğine üzülüp yüzünü tavandan yana çeviriyordu yine. Küçücük odada, küçücük dünyasında ilk kez kendini kapana kısılmış hissetmiyordu. Hissedecek onca başka şey varken buna fırsat kalmamıştı belki de. İçindeki boşluğun, derin derin kuyuların sonunu kendisi de göremiyor, hissedemiyor, bilmiyordu. Kurcalamaktan da vazgeçmişti. Kurcaladıkça daha da derine gidiyor, bir daha da çıkamıyordu. Tavanın beyazına bakması da bu yüzdendi belki de. İçinde bulunan karanlığa az da olsa aydınlık taşımak. Ama o da işe yaramıyordu.

            Yine böyle bir günde, gecede uzandı yatağına. Tavana bakmaya başladı yine. Aklına dolanan melodi artık canını sıkmaya başlamıştı. Peşi sıra görüntüleri de getiriyordu çünkü. Anılar. Mutlu, mutsuz anılar. Düşündükçe, aklına geldikçe mutsuz eden anılarından bile mutlu olmaya başlamıştı. Özlem. Umut.

            Sımsıkı kapattı gözlerini. Hissetmek, görmek, düşünmek istemiyordu. İçindeki karanlığa kaçar hatta çekilir gibiydi. Birden bire ayak bileklerini iki elin kavradığını hissetti. Garip bir şekilde bir haz duydu bundan. İçindeki boşluk hafifçe kapanmaya başladı. Hissetmiyordu artık o boşluğu.

            Ayak bileklerindeki eller yavaş yavaş yukarı doğru çıkmaya başladı. Baldırlarına doğru çıkıyor, resmen tenini okşuyordu. Bu durum ona haz veriyor, gözlerini kapalı tutmaya devam ediyordu. Nefes alış verişi değişmişti. Sanki hissettiği bu haz tüm hücrelerine ayrı ayrı dağılıyordu.

            Giderek üzerinde bir ağırlık hissetmeye başladı. Kollarını gerinir gibi arkaya atmış, bacaklarını ileri doğru uzatmıştı. Bir anda bacaklarında öpücükler hissetmeye başladı. Önce birinde, sonra diğerinde, birkaç kez ardı ardına. Öpücüklerin ona verdiği haz ile belini ve kalçasını yatağın içerisinde kıvırıyordu.

            Yan dönmeye çalıştı. Döndükten sonra duvar ile kendi arasında kalan boşluğun dolduğunu hissetti. Bir çift kol, kendi kollarının altından onu sarıyor, göğüslerini okşuyordu. Göğüslerinden kasığına doğru iniyor sonra geri yukarı geliyordu. Ensesinden boynuna doğru nefes hissediyor, hatta sesini duyuyordu. Yavaş yavaş terlemeye başladı. Kokuya varana kadar her şey yerli yerinde, tastamamdı. Sanki sarılırken, eller onu okşarken daha da küçülmek ister gibi bacaklarını kendine doğru çekti. Bir kolunu başının altına almış, diğer kolunu başının üzerinden uzatmış bir şekilde, hafif terli, derin derin nefes alarak duruyordu yatakta.

            Eller uzanıp usulca üzerindekileri çıkarmaya başladılar. Karşı koymadı. Koyamadı. Bir yandan da bacaklarından boynuna geçen öpücükleri düşünüyordu. Şimdi sımsıkı sarmışlardı vücudunu. Kıpırdayamıyor gibiydi. Çırılçıplak kalmıştı yatağın içerisinde. Tekrardan sırt üstü yattı. Kollarını geriye doğru açtı. Üzerinde bir ağırlık hissetti. Bir anda dudaklarını ve yanaklarını öpmeye başladı. Gözlerini hiç açmıyordu. Bir gölgeyle sevişir gibiydi.

            Yavaş yavaş kasları hareketlenmeye ve kasılmaya başlamıştı. Farkında olmasa da kendini biraz geriyor, sonra gevşetiyordu.

            Bir anda yüzükoyun döndü yatağa. Bu sefer ağırlığı sırtında ve kalçalarında hissediyordu. Öpücükler omuzlarında. Hafif bir acı hissetti. Saldı sonra kendini. Nefes alışverişi hızlandı. Terlemesi de arttı. Sanki artık gölge ile tek vücut olmuş gibi hissediyordu. Arada bir kalçasını ve belini hareket ettiriyordu, biraz zaman geçtikçe artık kendisi hareket etmeyi bırakmış tüm hareketi onun yapmasına izin veriyordu.

            Hafifçe ileri geri gidip geliyordu, yatağın yaylarından sesler çıkmaya başlamıştı. Artık kendini komple bırakmıştı. Terden hafif ıslanmış omuzlarındaki, boynundaki öpücüklerin arasında kaybolmuştu. Birden irkildi. Sanki bütün vücudu titredi…

            Bir süre olduğu yerde kaldı öylece. Nefes alışverişi normale döndüğünde doğruldu yerinden, açtı gözlerini. Yanı başında duran komodinin üzerinden sigarasını alıp bir sigara yaktı. Bir iki nefes çekip küllüğe bıraktıktan sonra yerdeki kıyafetlerini toparlayıp geçiriverdi üzerine. Çıktı odadan.


            Mutfağa doğru gitti, salonun kapısından hafifçe eğilip içeri doğru baktı. Kimse ile göz göze gelmeden mutfağa girdi hızlıca. Bir fincan çay aldı kendine…

11 Ağustos 2014 Pazartesi

SİGARA

Günlerden ne bilmiyorsun. Saatin hiç önemi yok. Fark etmiyor senin için. Hayatında bir şey değiştirmeyecekler. Biliyorsun. Sabah olacak, öğlen olacak, gece olacak, eylül olacak, ekim olacak, kasım olacak… Yetmeyecek, bitmeyecek. Durmayacak ama senin için bir şey değişmeyecek. Zaman bir şeyi değiştirmeyecek.

Sen her zaman aynı sahnelerin insanı olacaksın. Zamanında sana yazılan ya da bizzat kendi ellerinle yazdığın sahneleri isteksizce oynayacaksın. İstemeyeceksin elbet böyle olsun ama elinden de bir şey gelmeyecek.

Çocukken mutluyduk, en büyük derdimiz karın getirdiği tatildi. Öyle mi? Değildi. Çocukken, çocuk olabiliyorsan mutlu olursun. Çocuk olamıyorsan eğer mutlu da olamazsın. Hayat insana ya çocuk olmayı öğretir ya da çocuk olamamayı. Çocuk olamamayı öğrendiysen eğer sen ve hep senden daha çocuk olanlar varsa işte o zaman çocuk olmak bir anlam ifade etmez. Kar tatiline çocuklar sevinir, çocuk olabilenler. Sen ise çocuk olabilenlerin arasında çocuk olmayı göreceksin. Sadece ismen bileceksin. Saflığın senin içinde değil, arkanda kalmış olacak. Geriye dönüp baktıkça göreceksin.

Sonra yıllar geçecek, zaman elbette durmayacak. Ne değişecek? Sen çocuk bile olamadın ki. Genç mi olacaksın, yetişkin mi olacaksın? Yaşlanacak mısın? Olmayacak bunlar. Sen hep arada kalmış bir hayat yaşayacaksın. Yarım. Geçen zaman bir tek seni götürmeyecek elbet peşi sıra. Senin zamanında çocuk olanlar genç olacaklar, yetişkin olacaklar, yaşlanacaklar. Sen ise gördüklerinle yetineceksin. Genç olmak, yetişkin olmak, yaşlı olmak nasıl bir şeymiş onları izleyerek öğreneceksin.

Sabah kalkacaksın. Bir anlam taşımayacak sabahlar. Yeni gün sana yeni sürprizlerle gelmeyecek. Yeni gün sadece zamanında çocuk olabilenlere yeni sürprizler getirir. Sana değil.  Giyineceksin, sevdiğin, belki de sevmediğin işine gideceksin aynı yollardan yürüyerek. Aynı dükkanların önünden kıvrılıp geçeceksin. Belki aynı insanları göreceksin, belki farklı. Ne değişecek ki?

Öğlen yemek, sonra iş, sonra ev derken geçip gidecek elbet zaman. Sen ise her akşam eve geldiğinde iki kelam az etmek için hızlıca yiyeceksin yemeğini. İçindekileri kimseye haykırmamak için yutacaksın her lokma ile birlikte hızlıca sözlerini. Nasıl olsa dinlediğin bir şarkıda, izlediğin bir filmde dökersin içini. Onlar sana nasıl olman gerektiğini anlatır. Mutlu çiftler görür, mutlu hissedersin. Aşk kokan bir şarkı dinler, mutlu hissedersin. Ama mutlu olmazsın. Olamazsın. Nasıl mutlu olacağını ya hiç öğrenmemişsindir ya da çoktan unutmuşsundur.

Sonra bir sigara yakarsın yalnızlığının eşliğinde. Arkaya da acıklı bir müzik açarsın. Düşüneceksin, düşünmen gerek. Düşünerek çözeceksin çünkü bu zamana kadar çözemediğin her şeyi. O an fark edersin ne kadar çok şey olduğunu. O kadar çoktur ki düşüneceklerin, düşünmeyi unutursun, nasıl düşüneceğini. Aklında bir iki sorun varken bir anda karanlık basar zihnini. Bir tanesine odaklanırsın o karanlığın ardından. Diğerlerinin üzerine bir perde çeker gibi. Kapatırsın, görmezsin. Görmezsen, mutlu hissedersin. Gitti, bitti sanırsın. Gitmez, bitmez. Bir sonraki gün başka biri alır o düşüncenin yerini. Eskisi ise perdenin ardındaki yerini alır.

Sonra biri çıkar elbette. Sen ise çaresizlik ve umutsuzlukla dolu hayatının her bir ilmeğini sıkı sıkı düğümlersin mutluluğa. Artık tutunacak bir dalın vardır. Sırtını dayayacağın biri. Yorulduğunda elinden tutacak biri vardır artık. Tutarsın elini, sırtını dayarsın, dayanağın oluverir bir anda. Aynı hızla düğümler çözülür, bıçakla kesilmiş gibi. Bir anda düşersin. Toparlanırsın yavaşça olduğun yerden, Doğrulduğunda sırtını dayamak için geriye doğru yaslandığında bir kez daha düşersin. Kalkarsın elbet. Ama geriye anılar kalır. Diken gibi her anımsadığında zihnine batan. Anılarla avunmaya çalışırsın sen de çünkü filmlerde öyle yaparlar. Yavaş yavaş zehirler seni anılar ama sen farkına bile varmazsın.

İnsanlardan uzak durmak istersin. Başaramazsın. Görmen gerek mutlu olmayı. Bilmen gerek var olduğunu. Fikrin güzelliği bile yetecektir seni çekmeye. Onca insanın arasında sen, suratındaki acıyı saklayan gülümseme ile oturursun. Bakarsın etrafına. Mutluluğun bir izini aramak için.

Zaman geçer. Evine gidersin, işine gidersin, sokağa çıkarsın, odana girersin. Zaman elbet geçer. Senin için yine de bir şey değişmez. Sen hep aynı sen olarak kalırsın.

Bu rutinin içerisinde devam edersin hayatına. Bir gün gelir, bir büfeye girersin bir paket sigara almak için. Kafanı çok da kaldırmadan, dalgın bir şekilde istediğini söyleyip parayı uzatırsın tezgahın arkasındaki yaşlı amcaya. Sigarayı alırsın, hızlıca koyarsın cebine. Konuşmadan çıkmak için dönüverirsin arkanı hemencecik. O anda duyduğun ses biraz burkar içini.

“Genç! Genç! Paranın üstünü unuttun!”

Genç mi? Sen çocuk bile olamadın ki…



2 Ağustos 2014 Cumartesi

ESMER GÜNLER

Sen beni bırakıp böyle gitmezdin hiç! Yapmazdın.


            Sofanın orta yerinde, sırtını üst kata çıkan merdivene, yüzünü verandaya açılan geniş kapıya dönmüş bir şekilde dimdik duruyordu. Eğilmeyi reddedercesine omuzları dimdik. Geri gelir sanıp uzunca süre olduğu yerden verandaya doğru baktı. Bir adım atmadı geniş ahşap kapıyı kapatmak ya da üst kata çıkan merdivenlere oturmak için.

            Gölgesi bile gitmişti hâlbuki. Evin içerisindeki kokusu bile yok olmuştu bir anda. Arkasına bakmış mıydı sahi, görmemişti, anımsamıyordu. Her şey böylesine yarım kalmışken düşünemedi tüm bunları.

            Bir an arkasından gitmek geldi içinden. Bir adım atar oldu geniş ahşap kapıya doğru. Geri çekti adımını aniden. Sanki ayağının altından kayıyordu yer. Başı mı dönüyordu? Deprem mi oluyordu? Sabit kaldı olduğu yerde. Adımını geri çekip aynı yerine hizası hizasına koydu. Duruşunu bozmadan bir süre daha olduğu yerde durup verandaya açılan geniş kapıdan dışarı doğru bakmaya devam etti. Arkasına dönecek oluyordu, içi el vermiyordu. Kapıyı örtecek oluyordu, içi el vermiyordu. Olduğu yerde öylece dışarı baktı sadece…


Yapma, yapma…  …Sen misin her şeyi silmekten bahseden?  Böyle gitmek var mıydı?

           
Salonda, canım kenarına koyduğu tekli koltukta oturup çayını yudumluyordu. Yağmuru severdi, izliyordu. Koskoca evdeki tek ses yağmurun cama vuruş sesiydi. Yarım yamalak kalan fısıltılar, sözlerde silinmişti kulağından. Zor atmıştı onları. Anılar duruyor bir yerde bekçi gibi başını bekliyorlardı adeta. Kurtulana kadar kendini hapiste gibi hissetti. Nefes alamıyordu. Konuşamıyordu. Bir söz edecek olsa boğazında düğümleniyordu. İpe dizilmiş boncuk gibi aynen geri yutuyordu içindekileri, sıra sıra.

            Tekli koltuğun çaprazında, salonun girişindeki kapının biraz arkasında kalan, ahşap oyma kitaplığa ilişti gözü bir an. Kitapların bir tanesinin arasında ince bir kağıt parçası sallanıyordu aşağıya doğru. Meraklandı ama yağmur seyrini yarıda bırakıp gidip bakmak istemiyordu. Kitaplıktan öte çevirdi yüzünü ve dışarıyı izlemeye devam etti bir süre. Aklının bir yerinde kalmıştı ama o kağıt parçası.

            Çayından bir yudum daha aldı ve fincanı bıraktı altlığına. Yerinden doğruldu hafifçe yüzünü kitaplıktan yana çevirdi. Koyu kahve, oyma, ahşap kitaplığın yanına kadar geldi, sarkan kağıt parçasını aldı eline.

“…Bir gece,
      Bir gün,
      Bir dün,
      Bir zaman,
      Bir Adam,
      Gelip sırtını dayadı.


      Bildim.
      Işık bende…”

            O an kafasında birden sesi beliriverdi. “ Çok beğendim, daha önce kimse bana şiir yazmamıştı ki.” İrkildi. Nereden çıkmıştı şimdi bu. Onca zaman başında bekleyen anılar daha yeni yeni gitmişken nereden gelmişti bu kağıt.

            Hızlıca katlayıp koydu kağıdı rastgele bir kitabın arasına. Atmaya gönlü razı olmadı, ama rastgele bir kitap seçti kapağına bile bakmadan. Bunca zaman içinden sıyırıp, hatta kazıyıp atmak istedikleri bir bir beliriyordu sanki gözünün önünde, burnunun dibinde.

            Her şeyden evvel kokusu geldi. Çıktı salondan. Sofaya geçti. Geniş ahşap kapıyı açtı. Evin içerisi bir anda yaz yağmurundan ıslanmış toprağın kokusu ile doldu. Yine aynı yerde, aynı acıların, anıların başında nöbet tutuyordu.


Demek yine bana hüsran, bana yine hasret var. Yine bana esmer günler düştü.


            Yatağından kalktı yavaşça. Doğruldu. Ayağına geçirdi terliklerini gece bıraktığı yerden. Komodinin üzerinde duran bardağına uzanıp bir yudum su içti, hemen onun yanında duran sigarasından bir tane yaktı, iki nefes çekip kül tablasına bıraktı. Kalktı, elini yüzünü yıkadı. Geri gelip üstüne bir şeyler giydi. Serin gibi hissetmiş olacak ki ince bir hırka aldı üzerine.

            Odanın içerisine şöyle bir göz gezdirdi. Yürümeye başladı. Yatağın diğer başına kadar gelip yatağa dokundu. Sanki her şey birer birer siliniyordu. Yürümeye devam etti, odada hiçbir eşya kalmayana kadar. Tam hayalindeki gibi bir yatak odası seçmişti kendine.

            Çıktı odadan üst katın holünde gezerken gözüne hep istediği o tablo takıldı. Yavaşça siliniyordu. Duvarların boyası da soluk bir hal almıştı, hep hayal ettiği o mavi değildi sanki giderek beyaza çalıyordu.

            Merdivenlerden aşağıya inerken tırabzanlardan destek aldı, ahşap, eski tırabzanlar da her adımıyla gözden kayboluyordu. Bir adım yukarı yoktu artık.

            Mutfağa girdi. Hayalini kurduğu, deli gibi istediği u şeklinde tezgahı olan mutfağına şöylece bir baktı. Çok severek aldığı kahve fincanları rafın üzerinde birer birer gözden kayboluyorlardı, çok vakit geçmeden durduğu yerden bakılınca bir raf da görünmez olmuştu zaten.

             Mutfağın kapısını kapatıp yüzünü verandaya açılan geniş ahşap kapıya döndüğünde ise artık arkasında bir mutfak kalmamıştı. Gözünün önünde her şey silinip gidiyordu.

            İlerledi. Ahşap kapının sağında duran portmantonun yanındaki ayakkabılarını aldı, geçirdi ayağına bağcıklarını bağlamadan. Ahşap kapıya doğru yürüdü, verandaya çıktı, solunda çok istediği sallanan sandalyesi olacaktı ama yoktu.

            Verandadan bahçeye inen iki geniş basamağı adımladı. İndi, iki adım attı ileri doğru. Yere eğildi, yerden bir taş aldı. Arkasına bile dönmeden fırlattı taşı, boşluğa. Bir zamanlar evinin olduğu yerde artık hiçbir şey yoktu o taştan başka.

            Ne kadar çok hayal etmişti o evi.


Yapma… Yapma…