29 Nisan 2014 Salı

Yok Olmak / Var olmak



Ağaçların arasında kaybolmuş gibiydi. Nerede olduğunu bilmiyordu. Tarih, gün, saat hiçbir şey yoktu aklında. Adını bile anımsamıyordu. Düşünemiyordu da en başlarda. Etrafına bakındı bir süre neler olduğunu anlamlandırmak için ama çevresindeki hiçbir şey ona bir çağrışım yapması konusunda yardımcı olmadı.

Sonra sonra dikkatlice incelemeye başladı. Güneş tam tepede duruyordu. Öğlene yakın bir vakit olması gerekiyordu. Sonra çevresine bakınmaya devam etti. Birkaç adım attı. Ayaklarının altında çıtırdayan, az biraz nemli, kahverengi yaprakları görünce sonbahar olabileceğini düşündü. Havanın sıcaklığından sonbaharın ortalarında bir yerlerinde olduğunu düşündü. Sıcak ama çok da sıcak değil. Rüzgar estikçe insanın içini kaplayan ufak bir ürperme de sonbaharın bir habercisiydi aslında.

Adımlarını sıklaştırdıkça ayağının altında çıtırdayan yaprakların çıkardığı sesler de artmaya başladı. Yaprakların altında kalan, hatta zaman zaman ayağının kaymasına sebep olan nemli topraktan bir süre evvel yağmur yağdığını anladı. Ağaçlar giderek sıklaşıyor diye düşünürken bir anda bir tepenin yamacına geldi. Başladı hafif hafif tepeye çıkmaya. Oradan etrafa ne olduğuna bakacaktı.

Yolun yarısına vardığında artık yorulmuştu. Nefes alış verişi hızlanmış, rüzgar estiğinde içini kaplayan ürperme duygusu onu terk etmiş, yerini alnından süzülen terler almıştı. Birkaç adım daha attıktan sonra ağaçlardan destek alarak yürümeye devam etti.

Tepeye vardığında öncelikle soluklandı. Ellerini dizlerinin üzerine koydu, hafifçe eğildi. Yorulmuştu. Acelesi neydi bilmiyordu ama tepeyi çıkarken bir an bile duraksamamıştı. Sanki arkasından bir şey kovalıyordu.

Doğruldu yavaşça, çevresine bakmaya başladı. O sıklaşan ağaçların, tepenin ardında tek tük kaldığını fark etti önce. Sonra da peşi sıra gelen küçük göleti gördü. Ağaçların seyrelmesinden dolayı olacak ki burada rüzgar daha bir hissedilir olmuştu.

Göletin hemen ardında, diğer ucunda bir ev çekti dikkatini. Beyaz bir ev. Uzaktan sadece evin rengi ve pencereleri belli oluyordu. Oraya doğru yürümeye karar verdi. Vakit çok da geç olmadan, hava kararmadan oraya varmalıydı. Varmak için ise göletin etrafından dolanması gerekiyordu.

Yürümeye koyuldu. Artık ayaklarını altında çıtırdayan yapraklar yoktu. Yaprak örtüsü yerini, ne kısa ne uzun, orta boylu çimenlere bırakmıştı. Çimenler arada bir bileğine değdikçe huylanıyordu.

Hızlı adımlarla yolu yarıladı. Evin etrafının çitlerle çevrili olduğunu fark etti yürüdükçe. Büyükçe bir bahçesi vardı evin. Bahçenin içerisinde ise uzaktan ne olduğu seçilemeyen sadece renklerinden farklı olduğu anlaşılan çiçekler vardı.

Biraz daha yaklaştı eve. Artık evin camları net olarak görülebiliyordu. Bembeyaz ev, aslında ahşaptı, sadece beyaza boyanmıştı. Pencerelerin hemen bitiminden başlayan yine beyaza boyanmış panjurlar vardı. Bütün hepsi açıktı. Kapalı olan tek bir panjur yoktu. Hatta üst katlardan birinin penceresi açıktı, rüzgardan olsa gerek ki tül dalgalanıyordu camın bir ucundan. Bunu görünce sevindi. Evde biri olmalı diye düşündü kendi kendine. Adımlarını daha da sıklaştırdı.

Artık evin iyice yakınına gelmişti, hatta bahçe kapısı ile arasında 10 adımlık bir mesafe ya vardı ya yoktu. Yakından daha da güzel görünüyordu ev. Verandasına birkaç basamakla çıkılıyordu evin. Tamamı bembeyaz olmasına rağmen ilginç bir şekilde verandadaki tahtalar kendi renginde bırakılmış, hatta koyu da bir vernikle cilalanmıştı. Giriş kapısının hemen yanı sıra dizili saksılar vardı.

Bahçe kapısını açtı. İçeri doğru adım attı. Bahçe çok düzenliydi. Rengarenk çiçeklerle bezeli olduğu uzaktan da seçilebiliyordu lakin içine girince düzen daha da bir belli ediyordu kendine. Çiçeklerin arasında kalan, eski ama yıpranmamış taş bir yol vardı evin verandasına kadar giden. Taşların hemen bitiminde ise verandaya çıkan, yine ahşaptan yapılma basamaklar vardı. Basamakların sağ ve sol yanında küçük, dikdörtgen pencereler vardı; büyük olasılıkla evin bodrum katına ait olan.

Adımları yavaşlamıştı. Etrafını inceleyerek ilerliyordu artık. Bu yavaş adımlarla vardı verandanın basamaklarına. Ama çıkmadı ilk basamağı. Merakından olsa gerek oraya varınca ilk işi bodruma ait olduğunu düşündüğü pencereden içeri baktı hafifçe eğilerek, önce sağ, sonra sol… Bir şey göremedi. Karanlıktı. Güneşinde yavaş yavaş tepeden indiğini fark etti. Yolculuğunun bu kadar uzun süreceğini düşünmemişti. Ama neredeyse güneş batmak üzereydi. Gökyüzünün mavisi gitmiş, yerini kızıllığa bırakmıştı.

Çıktı basamakları, vardı giriş kapısının önüne. Kapı da aynı verandanın ahşap zemini gibi olduğu gibi bırakılmış lakin koyu renkli bir vernikle cilalanmıştı. Kapının tam orta yerinde büyük ihtimal demirden dökülmüş, kalınca bir kapı tokmağı duruyordu. Elini attı, çaldı kapıyı. Tokmak göründüğünden daha da ağırdı. Bahçenin şaşaalı görünüşünün yanında, evin kapısında ya da duvarlarında hiçbir işleme yoktu. Kıyasla onlar olabildiğince sadeydi.

Ses yoktu. İçeriden ses gelmiyordu. Bir kez daha elini götürdü kapı tokmağına ve çaldı. Yine ses gelmedi. Tam üçüncüye elini götürecekken içeriden önce ayak sesleri duyuldu sonrasında ise bir ses “Geliyorum” diye seslendi. Kadın sesiydi.

Kapı açıldı. Ardından orta boylu, orta yaşlı bir kadın çıktı, tahmini 35- 40 yaşlarında. Üzerinde çiçek desenli bir elbise vardı. Elbisesinin üstünde bir önlük vardı, uçları dantel işlemeli.

“Gelsene” dedi kadın, “Geç kaldın. Ben de seni bekliyordum.” Şaşırdı. Ne diyeceğini bilemeden ayakkabılarını çıkarmaya çalıştı çünkü kadın bir yandan da kolundan tutmuş onu içeriye çekmeye çalışıyordu. “Çıkarma, çıkarma. Gerek yok canım. Aaa, sen de. İlk kez geldiğin yer mi canım?” diye söylendi kadın bir yandan.

Eve girdi. İlk olarak dikkatini çeken evin içindeki vanilya kokusu olmuştu. Kek veya kurabiye tarzı bir şey piştiği daha bu kokudan çok belliydi. Etrafına anlam veremeyerek bakıyordu. Ne evdeki bir eşya ne de kadının suratı kendisine tanıdık gelmişti.

Giriş çok büyük değildi. Kapıdan girer girmez, on adım ötede üst kata çıkan merdivenler duruyordu. Solda portmanto ile merdivenlerin arasında salona giren kapı vardı. Onun tam karşısında ise gelen kokuların merkezi olan mutfak. Neredeyse akşam olmasına rağmen evin için aydınlıktı, üstelik ışıklar da yanmıyordu.

Apar topar salona götürdü kadın onu. “Geç şöyle otur canım. Ben de hemen bir çay suyu koyayım.” dedi. Bir iki adım atmıştı ki arkasına döndü, oturmadığını görünce “Kız otursana. Allah iyiliğini vermesin. Rahatına bak. Ne diye ayakta duruyorsun yabancı yerdeymiş gibi?” dedi.

Anlam veremiyordu. Bu kadını tanımıyordu. Ne ev, ne gölet ne de orman tanıdık gelmişti. Sadece mutfaktan gelen bu vanilya kokusu tanıdık geliyordu.

Kadın hızlı adımlar çıktı mutfaktan. Ayağında üzerindeki elbise ile uyumlu renkte ev terlikleri vardı. Salona girdi. “Çay demlenir beş dakika sonra… Bu ne ya, üstün başın çamur olmuş… Sana giyecek bir şeyler vereyim mi? Ya buranın havası bu zamanlarda böyle, bir yağmur bir güneş. Hiç belli olmuyor. Ben de dışarı çıkınca üstüm başım çamur oluyor. Geçenlerde bahçeye bakmaya çıktım, çiçeklerin dibini falan eşeledim az biraz hava alsın toprak diye. Artık onların da son zamanı. Bir iki haftaya kalmaz biter onlarda, solarlar. Havalar soğuyor malum. Neyse… Ne diyordum? Heee. Giyecek bir şeyler getireyim ben sana değil mi? Getireyim, getireyim.” Susmadı, nefes almadan kurdu bu cümlelerin hepsini ya da o an o öyle hissetti. Cevap vermesi için kendisine fırsat bile vermemişti.

Hızlıca çıktı odadan, merdivenleri çıktı, ayak sesleri geliyordu. Muhtemelen salonun hemen üstünde bulunan odadaydı. Birkaç çekmecenin açılıp kapanma sesi geldi. Peşi sıra hızlanan adımlar önce odadan dışarı, oradan da merdivenleri izledi. Sonra kadın kapıda belirdi. “Al bunları geçir üzerine. Üstündeki de nemlenmiş. Terlemişsin de. Maazallah hasta olursun canım, gezilir mi böyle? Hadi sen çık üst kattaki odada üzerini değiştir. Ben de çayı koyayım. Çok da güzel kek yaptım. Kakaolu. Seversin sen hem. Yeriz, sohbet ederiz bir yandan da… Aaa. Hala bakıyor. Alsana canım şunları. Hadi bakayım.” dedi, kıkırdadı sonra da kendi kendine. Şen şakrak, gülümsediğini belli eden bir sesle söylene söylene mutfağa doğru gitti.

Kadının eline tutuşturduğu giysilerle çıktı merdivenlerden yukarı. Geniş bir odaya çıkmıştı, bu odadan diğer odalara giriş vardı. Solda 2 kapı, sağda 2. tam merdivenden çıkar çıkmaz insanın karşısına bir sedir çıkıyordu. Sedirin olduğu duvarın dibi boydan boya camdı. Camın önünde ise renk renk çiçeklerle bezeli saksılar vardı.

Salonun üzerinde kaldığını tahmin ettiği odaya girmedi, yatak odasıdır herhalde diye düşünüp. Hemen yanında bulunan kapıyı açtığında ise oranın banyo olduğunu fark etti. Banyo boydan boya mermer kaplıydı. En uçta, köşede bir kurna vardı, eskiden kalma. İçeri girdi, elini yüzünü yıkadı. Çıktı.

Bu sefer sağ da kalan kapıyı denedi. Açtı. İçeri kafasını uzattığında, cam kenarındaki yatakta yatan ve kafası dışarı dönük yaşlı bir kadın fark etti. Tam çıkacaktı ki yaşlı kadın “Hoş geldin. Nerede kaldın ki? Bizim deli kız bütün gün seni bekledi. Kek yaptı sana. Nasılsın evladım” dedi.

Yaşlı kadının suratına bakakaldı. Hiçbir anlam veremiyordu. Tanımıyordu bu kadınları. Neredeydi? Kiminleydi? Bu kadınlar nereden tanıyordu onu? Bulamadı. Derken ardından yaklaşan ayak seslerini duyup döndü. “Aaa. Sen hala üzerini değiştirmedin mi? Aşk olsun. Hadi gel, gel. Benim odada giyin. Bir şey olmaz canım” dedi kadın ve çekiştire çekiştire banyonun yanındaki odaya götürdü onu. Girdi. Üzerini değiştirdi. Kadının ona verdiği kıyafetler tam olmuştu üzerine.

Aşağıya indi, salona girdiğinde kadın kendisinin oturduğu koltuğun tam karşısındaki tekli koltuğa oturmuş, ellerini dizlerinin üzerine koymuş onu bekliyordu. İki koltuğun da yanında ufak sehpalar vardı. İkisinin de üzerinde tabaklara koyulmuş iki dilim kek ve bir bardak demli çay vardı.

Geçti. Oturdu. Kadın yine başladı konuşmaya “Otur, otur. Kekten de al. Çayını da soğutma hadi. Ee yesene. Beğenmedin mi?”

Bir parça yedi kekten. Çok beğenmişti. Gülümsedi kadına. Kadın da ona gülümsedi. Keki beğendiğini anlamıştı. Bir zafer kazanmış edası vardı kadının suratında. Kadın konuştukça konuştu. Ne dediğini dinlemeyi bırakmıştı artık. Sürekli oradan buradan, havadan sudan konuşuyordu.

Kekler bitti, çayından da son yudumunu aldı. Dışarıdan bir arabanın sesi duyuldu, ses git gide eve doğru yaklaşıyordu. Kadın yerinden kalktı. “Benimki geldi herhalde” dedi. Kapıya doğru yöneldi.

O da kadınla beraber kalktı. Gitmeliydi artık. Hava kararmıştı. Nereye gidecekti? Neredeydi ki? Bu kadın konuşmasına bile fırsat vermemişti.

Kadın kapıyı açmış, kolunu kapıya dayamış bekliyordu. Kadının kolunun altından geçti. Verandaya çıktı. Arabanın farları gözlerini almıştı. O esnada bahçenin sol tarafında oynayan küçük bir kız çocuğu olduğunu fark etti.

Yürümeye başladı. Kadın ardından nereye gidiyorsun dedi. Umursamadı. Arabanın yanından geçti gitti. Adımlarını hızlandırdı. Korkmaya başlamıştı. Arabanın kapısı açıldı. Bu sesi duyunca daha da hızlandırdı adımlarını. Koşar adım gidiyordu artık. Araban bir adam indi, uzun boylu, 35-40 yaşlarında bir adam.

“Semra!” diye bağırdı adam.

Önce orada oynayan çocuk baktı adama doğru. Gülümsedi.

Sonra kapının ardında duran kadın “Efendim canım” diye seslendi adama.

En son üst kattaki yaşlı teyze “Efendim, bana mı seslendin evladım?” diye çıktı cama.

Adam hiç birinden yana bakmadı. Koşar adım bizimkinin peşinden geldi. Kolundan tuttu. Kendisine doğru çevirdi.

“Semra! Nereye gidiyorsun canım?” dedi. Tuttu sarıldı. O açıdan evin verandasına baktı bizimki. Bahçede oynayan çocuk yoktu. Kapı ardına kadar açıktı ama kimse görünmüyordu. Üst katın camı da açıktı, yaşlı teyze yoktu. Sadece rüzgardan dolayı uçuşan tül görünüyordu.

“Semra ne oldu?” dedi adam…

Semra kim diye düşündü kendi kendine. Adam koluna girdi. Yavaş adımlarla içeri götürdü onu…