Ağaçların arasında kaybolmuş gibiydi. Nerede olduğunu
bilmiyordu. Tarih, gün, saat hiçbir şey yoktu aklında. Adını bile
anımsamıyordu. Düşünemiyordu da en başlarda. Etrafına bakındı bir süre neler
olduğunu anlamlandırmak için ama çevresindeki hiçbir şey ona bir çağrışım
yapması konusunda yardımcı olmadı.
Sonra sonra dikkatlice incelemeye başladı. Güneş tam tepede
duruyordu. Öğlene yakın bir vakit olması gerekiyordu. Sonra çevresine bakınmaya
devam etti. Birkaç adım attı. Ayaklarının altında çıtırdayan, az biraz nemli,
kahverengi yaprakları görünce sonbahar olabileceğini düşündü. Havanın
sıcaklığından sonbaharın ortalarında bir yerlerinde olduğunu düşündü. Sıcak ama
çok da sıcak değil. Rüzgar estikçe insanın içini kaplayan ufak bir ürperme de
sonbaharın bir habercisiydi aslında.
Adımlarını sıklaştırdıkça ayağının altında çıtırdayan
yaprakların çıkardığı sesler de artmaya başladı. Yaprakların altında kalan,
hatta zaman zaman ayağının kaymasına sebep olan nemli topraktan bir süre evvel
yağmur yağdığını anladı. Ağaçlar giderek sıklaşıyor diye düşünürken bir anda
bir tepenin yamacına geldi. Başladı hafif hafif tepeye çıkmaya. Oradan etrafa
ne olduğuna bakacaktı.
Yolun yarısına vardığında artık yorulmuştu. Nefes alış
verişi hızlanmış, rüzgar estiğinde içini kaplayan ürperme duygusu onu terk
etmiş, yerini alnından süzülen terler almıştı. Birkaç adım daha attıktan sonra
ağaçlardan destek alarak yürümeye devam etti.
Tepeye vardığında öncelikle soluklandı. Ellerini dizlerinin
üzerine koydu, hafifçe eğildi. Yorulmuştu. Acelesi neydi bilmiyordu ama tepeyi
çıkarken bir an bile duraksamamıştı. Sanki arkasından bir şey kovalıyordu.
Doğruldu yavaşça, çevresine bakmaya başladı. O sıklaşan
ağaçların, tepenin ardında tek tük kaldığını fark etti önce. Sonra da peşi sıra
gelen küçük göleti gördü. Ağaçların seyrelmesinden dolayı olacak ki burada
rüzgar daha bir hissedilir olmuştu.
Göletin hemen ardında, diğer ucunda bir ev çekti dikkatini.
Beyaz bir ev. Uzaktan sadece evin rengi ve pencereleri belli oluyordu. Oraya
doğru yürümeye karar verdi. Vakit çok da geç olmadan, hava kararmadan oraya
varmalıydı. Varmak için ise göletin etrafından dolanması gerekiyordu.
Yürümeye koyuldu. Artık ayaklarını altında çıtırdayan
yapraklar yoktu. Yaprak örtüsü yerini, ne kısa ne uzun, orta boylu çimenlere
bırakmıştı. Çimenler arada bir bileğine değdikçe huylanıyordu.
Hızlı adımlarla yolu yarıladı. Evin etrafının çitlerle
çevrili olduğunu fark etti yürüdükçe. Büyükçe bir bahçesi vardı evin. Bahçenin
içerisinde ise uzaktan ne olduğu seçilemeyen sadece renklerinden farklı olduğu
anlaşılan çiçekler vardı.
Biraz daha yaklaştı eve. Artık evin camları net olarak
görülebiliyordu. Bembeyaz ev, aslında ahşaptı, sadece beyaza boyanmıştı.
Pencerelerin hemen bitiminden başlayan yine beyaza boyanmış panjurlar vardı.
Bütün hepsi açıktı. Kapalı olan tek bir panjur yoktu. Hatta üst katlardan
birinin penceresi açıktı, rüzgardan olsa gerek ki tül dalgalanıyordu camın bir
ucundan. Bunu görünce sevindi. Evde biri olmalı diye düşündü kendi kendine.
Adımlarını daha da sıklaştırdı.
Artık evin iyice yakınına gelmişti, hatta bahçe kapısı ile
arasında 10 adımlık bir mesafe ya vardı ya yoktu. Yakından daha da güzel
görünüyordu ev. Verandasına birkaç basamakla çıkılıyordu evin. Tamamı bembeyaz
olmasına rağmen ilginç bir şekilde verandadaki tahtalar kendi renginde
bırakılmış, hatta koyu da bir vernikle cilalanmıştı. Giriş kapısının hemen yanı
sıra dizili saksılar vardı.
Bahçe kapısını açtı. İçeri doğru adım attı. Bahçe çok
düzenliydi. Rengarenk çiçeklerle bezeli olduğu uzaktan da seçilebiliyordu lakin
içine girince düzen daha da bir belli ediyordu kendine. Çiçeklerin arasında
kalan, eski ama yıpranmamış taş bir yol vardı evin verandasına kadar giden.
Taşların hemen bitiminde ise verandaya çıkan, yine ahşaptan yapılma basamaklar
vardı. Basamakların sağ ve sol yanında küçük, dikdörtgen pencereler vardı;
büyük olasılıkla evin bodrum katına ait olan.
Adımları yavaşlamıştı. Etrafını inceleyerek ilerliyordu
artık. Bu yavaş adımlarla vardı verandanın basamaklarına. Ama çıkmadı ilk
basamağı. Merakından olsa gerek oraya varınca ilk işi bodruma ait olduğunu
düşündüğü pencereden içeri baktı hafifçe eğilerek, önce sağ, sonra sol… Bir şey
göremedi. Karanlıktı. Güneşinde yavaş yavaş tepeden indiğini fark etti.
Yolculuğunun bu kadar uzun süreceğini düşünmemişti. Ama neredeyse güneş batmak
üzereydi. Gökyüzünün mavisi gitmiş, yerini kızıllığa bırakmıştı.
Çıktı basamakları, vardı giriş kapısının önüne. Kapı da aynı
verandanın ahşap zemini gibi olduğu gibi bırakılmış lakin koyu renkli bir
vernikle cilalanmıştı. Kapının tam orta yerinde büyük ihtimal demirden
dökülmüş, kalınca bir kapı tokmağı duruyordu. Elini attı, çaldı kapıyı. Tokmak
göründüğünden daha da ağırdı. Bahçenin şaşaalı görünüşünün yanında, evin
kapısında ya da duvarlarında hiçbir işleme yoktu. Kıyasla onlar olabildiğince
sadeydi.
Ses yoktu. İçeriden ses gelmiyordu. Bir kez daha elini
götürdü kapı tokmağına ve çaldı. Yine ses gelmedi. Tam üçüncüye elini
götürecekken içeriden önce ayak sesleri duyuldu sonrasında ise bir ses “Geliyorum”
diye seslendi. Kadın sesiydi.
Kapı açıldı. Ardından orta boylu, orta yaşlı bir kadın
çıktı, tahmini 35- 40 yaşlarında. Üzerinde çiçek desenli bir elbise vardı.
Elbisesinin üstünde bir önlük vardı, uçları dantel işlemeli.
“Gelsene” dedi kadın, “Geç kaldın. Ben de seni bekliyordum.”
Şaşırdı. Ne diyeceğini bilemeden ayakkabılarını çıkarmaya çalıştı çünkü kadın
bir yandan da kolundan tutmuş onu içeriye çekmeye çalışıyordu. “Çıkarma,
çıkarma. Gerek yok canım. Aaa, sen de. İlk kez geldiğin yer mi canım?” diye
söylendi kadın bir yandan.
Eve girdi. İlk olarak dikkatini çeken evin içindeki vanilya
kokusu olmuştu. Kek veya kurabiye tarzı bir şey piştiği daha bu kokudan çok
belliydi. Etrafına anlam veremeyerek bakıyordu. Ne evdeki bir eşya ne de
kadının suratı kendisine tanıdık gelmişti.
Giriş çok büyük değildi. Kapıdan girer girmez, on adım ötede
üst kata çıkan merdivenler duruyordu. Solda portmanto ile merdivenlerin
arasında salona giren kapı vardı. Onun tam karşısında ise gelen kokuların
merkezi olan mutfak. Neredeyse akşam olmasına rağmen evin için aydınlıktı,
üstelik ışıklar da yanmıyordu.
Apar topar salona götürdü kadın onu. “Geç şöyle otur canım.
Ben de hemen bir çay suyu koyayım.” dedi. Bir iki adım atmıştı ki arkasına
döndü, oturmadığını görünce “Kız otursana. Allah iyiliğini vermesin. Rahatına
bak. Ne diye ayakta duruyorsun yabancı yerdeymiş gibi?” dedi.
Anlam veremiyordu. Bu kadını tanımıyordu. Ne ev, ne gölet ne
de orman tanıdık gelmişti. Sadece mutfaktan gelen bu vanilya kokusu tanıdık geliyordu.
Kadın hızlı adımlar çıktı mutfaktan. Ayağında üzerindeki
elbise ile uyumlu renkte ev terlikleri vardı. Salona girdi. “Çay demlenir beş
dakika sonra… Bu ne ya, üstün başın çamur olmuş… Sana giyecek bir şeyler
vereyim mi? Ya buranın havası bu zamanlarda böyle, bir yağmur bir güneş. Hiç
belli olmuyor. Ben de dışarı çıkınca üstüm başım çamur oluyor. Geçenlerde
bahçeye bakmaya çıktım, çiçeklerin dibini falan eşeledim az biraz hava alsın
toprak diye. Artık onların da son zamanı. Bir iki haftaya kalmaz biter onlarda,
solarlar. Havalar soğuyor malum. Neyse… Ne diyordum? Heee. Giyecek bir şeyler
getireyim ben sana değil mi? Getireyim, getireyim.” Susmadı, nefes almadan
kurdu bu cümlelerin hepsini ya da o an o öyle hissetti. Cevap vermesi için
kendisine fırsat bile vermemişti.
Hızlıca çıktı odadan, merdivenleri çıktı, ayak sesleri
geliyordu. Muhtemelen salonun hemen üstünde bulunan odadaydı. Birkaç çekmecenin
açılıp kapanma sesi geldi. Peşi sıra hızlanan adımlar önce odadan dışarı,
oradan da merdivenleri izledi. Sonra kadın kapıda belirdi. “Al bunları geçir
üzerine. Üstündeki de nemlenmiş. Terlemişsin de. Maazallah hasta olursun canım,
gezilir mi böyle? Hadi sen çık üst kattaki odada üzerini değiştir. Ben de çayı
koyayım. Çok da güzel kek yaptım. Kakaolu. Seversin sen hem. Yeriz, sohbet
ederiz bir yandan da… Aaa. Hala bakıyor. Alsana canım şunları. Hadi bakayım.”
dedi, kıkırdadı sonra da kendi kendine. Şen şakrak, gülümsediğini belli eden
bir sesle söylene söylene mutfağa doğru gitti.
Kadının eline tutuşturduğu giysilerle çıktı merdivenlerden
yukarı. Geniş bir odaya çıkmıştı, bu odadan diğer odalara giriş vardı. Solda 2
kapı, sağda 2. tam merdivenden çıkar çıkmaz insanın karşısına bir sedir
çıkıyordu. Sedirin olduğu duvarın dibi boydan boya camdı. Camın önünde ise renk
renk çiçeklerle bezeli saksılar vardı.
Salonun üzerinde kaldığını tahmin ettiği odaya girmedi,
yatak odasıdır herhalde diye düşünüp. Hemen yanında bulunan kapıyı açtığında
ise oranın banyo olduğunu fark etti. Banyo boydan boya mermer kaplıydı. En
uçta, köşede bir kurna vardı, eskiden kalma. İçeri girdi, elini yüzünü yıkadı.
Çıktı.
Bu sefer sağ da kalan kapıyı denedi. Açtı. İçeri kafasını
uzattığında, cam kenarındaki yatakta yatan ve kafası dışarı dönük yaşlı bir
kadın fark etti. Tam çıkacaktı ki yaşlı kadın “Hoş geldin. Nerede kaldın ki?
Bizim deli kız bütün gün seni bekledi. Kek yaptı sana. Nasılsın evladım” dedi.
Yaşlı kadının suratına bakakaldı. Hiçbir anlam veremiyordu.
Tanımıyordu bu kadınları. Neredeydi? Kiminleydi? Bu kadınlar nereden tanıyordu
onu? Bulamadı. Derken ardından yaklaşan ayak seslerini duyup döndü. “Aaa. Sen
hala üzerini değiştirmedin mi? Aşk olsun. Hadi gel, gel. Benim odada giyin. Bir
şey olmaz canım” dedi kadın ve çekiştire çekiştire banyonun yanındaki odaya
götürdü onu. Girdi. Üzerini değiştirdi. Kadının ona verdiği kıyafetler tam
olmuştu üzerine.
Aşağıya indi, salona girdiğinde kadın kendisinin oturduğu
koltuğun tam karşısındaki tekli koltuğa oturmuş, ellerini dizlerinin üzerine
koymuş onu bekliyordu. İki koltuğun da yanında ufak sehpalar vardı. İkisinin de
üzerinde tabaklara koyulmuş iki dilim kek ve bir bardak demli çay vardı.
Geçti. Oturdu. Kadın yine başladı konuşmaya “Otur, otur.
Kekten de al. Çayını da soğutma hadi. Ee yesene. Beğenmedin mi?”
Bir parça yedi kekten. Çok beğenmişti. Gülümsedi kadına.
Kadın da ona gülümsedi. Keki beğendiğini anlamıştı. Bir zafer kazanmış edası
vardı kadının suratında. Kadın konuştukça konuştu. Ne dediğini dinlemeyi
bırakmıştı artık. Sürekli oradan buradan, havadan sudan konuşuyordu.
Kekler bitti, çayından da son yudumunu aldı. Dışarıdan bir
arabanın sesi duyuldu, ses git gide eve doğru yaklaşıyordu. Kadın yerinden
kalktı. “Benimki geldi herhalde” dedi. Kapıya doğru yöneldi.
O da kadınla beraber kalktı. Gitmeliydi artık. Hava kararmıştı.
Nereye gidecekti? Neredeydi ki? Bu kadın konuşmasına bile fırsat vermemişti.
Kadın kapıyı açmış, kolunu kapıya dayamış bekliyordu. Kadının
kolunun altından geçti. Verandaya çıktı. Arabanın farları gözlerini almıştı. O
esnada bahçenin sol tarafında oynayan küçük bir kız çocuğu olduğunu fark etti.
Yürümeye başladı. Kadın ardından nereye gidiyorsun dedi.
Umursamadı. Arabanın yanından geçti gitti. Adımlarını hızlandırdı. Korkmaya
başlamıştı. Arabanın kapısı açıldı. Bu sesi duyunca daha da hızlandırdı
adımlarını. Koşar adım gidiyordu artık. Araban bir adam indi, uzun boylu, 35-40
yaşlarında bir adam.
“Semra!” diye bağırdı adam.
Önce orada oynayan çocuk baktı adama doğru. Gülümsedi.
Sonra kapının ardında duran kadın “Efendim canım” diye
seslendi adama.
En son üst kattaki yaşlı teyze “Efendim, bana mı seslendin
evladım?” diye çıktı cama.
Adam hiç birinden yana bakmadı. Koşar adım bizimkinin
peşinden geldi. Kolundan tuttu. Kendisine doğru çevirdi.
“Semra! Nereye gidiyorsun canım?” dedi. Tuttu sarıldı. O
açıdan evin verandasına baktı bizimki. Bahçede oynayan çocuk yoktu. Kapı ardına
kadar açıktı ama kimse görünmüyordu. Üst katın camı da açıktı, yaşlı teyze
yoktu. Sadece rüzgardan dolayı uçuşan tül görünüyordu.
“Semra ne oldu?” dedi adam…
Semra kim diye düşündü kendi kendine. Adam koluna girdi. Yavaş adımlarla içeri götürdü onu…