20 Ocak 2012 Cuma

Bilinmez.


Usulca doğruldu oturduğu yerden. Elindeki gazeteyi katladı, tozlu masanın üzerine bıraktı. Beli ağrımıştı, saatlerdir o sandalyenin tepesinde pinekliyordu. Gözlüğü burnunun ucuna kadar düşmüştü. Artık iyice rahatsızlık veriyordu. Çıkardı. Gömleğinin cebine koydu.
                Etrafa bir göz gezdirdi. Dağınık. Tozlu. Temizlememişti uzunca zamandır. Elini hiçbir şey e süresi yoktu. Yaşıyordu lakin sadece nefes alabildiği için. Azıcık bacakları açılsın diye koridorda birkaç tur attı. Mutfağa girdi. Bulabildiği tek temiz fincanda kendine sallama çay yaptı. Sevmezdi ya olsun. Demlemekle uğraşacak hali de yoktu.
                Geri döndü. Salonda, tam kapının karşısında, kitaplığın yanında duran koltuğuna kuruldu. Önce eline televizyonun kumandasını aldı lakin sonra vazgeçti. Açacaktı haberleri seyredecekti, sıkılacaktı. Zaten bütün gazeteyi hatmetmişti. Ne  gerek vardı bir de aynı haberleri televizyondan dinlemeye.
                Sehpada duran kitaba doğru çevirdi yüzünü, eline aldı kaldığı sayfadan okumaya başladı.
“ Yavaşça elimi uzattım ona doğru. Tutmayacaktı. Biliyordum. Tutmazdı. Hiç tutmamıştı. Korkuyordu. Onu seviyordum ve benden korkuyordu.
Yine de uzattım elimi. Kavrasın, sıksın, terli avuçlarını terli avuçlarım ile birleştirsin istiyordum. Yapmayacaktı biliyordum. Olsun yine de uzattım. Nefesini nefesime karıştırdığı zamanlar geriye dönüp baktığımızda çok da geçmiş sayılmazdı. Ne değişti? Hiç bilemedim.
Bakmadı. Görmedi. Duymadı. Sadece korktu. Hissettim. Gözleri donuktu. Ne kadar gereksizdi. Zamanında benden başka bir şeye bakamazdı. Dikkati dağılıp gözü kaydığında ise elimi daha bir sıkı tutar, sonra yine gözlerimin içine bakmaya devam ederdi.
Ne değişti? Neden bakmadı gözlerimin içine? Ne değişti, neden tutmadı ellerimi? Bilemedim hiç. Anlamadım. Neden korktu bu kadar benden?
Dayanamadım daha fazla bana bakmamasına. Elimi tutmamasına. Durduramadım kendimi, bir hamlede kavradım elini. Soğuktu. Buz gibiydi. Yine de ben sıcaklığını hissediyordum. Karşı koymadı. Direnmedi. Ama elimi sıkmadı da.
Yavaşça eğildim. Gözlerinin içine baktım. Bana bakıyordu ama görmüyordu. Yanına uzandım bende. Kolunu başımın altına aldım. Göğsüne yaslandım. Kalbi artık benim için atmıyordu ya da hiç benim için atmamıştı. Bilmiyordum. İnsan böyle bir şeyden nasıl emin olabilir ki? Beni gerçekten sevmiş miydi? Yoksa sadece seviyormuş gibi mi yapmıştı? Kafamı kurcalıyordu bunca soru. Baş edemez olmuştum.
Sormaya karar verdim. Aklımdan geçenleri tek tek soracaktım. Beni seviyor muydu? Hala benimle olmak istiyor muydu? Beni hiç sevmiş miydi? Duramadım sordum
-          Beni seviyor musun?
Cevap yok. Sessiz. Önceden böyle bir soru sorduğumda cevap vermek isteyip istemediğini anlardım. Derin bir nefes alırdı cümleye başlayacakmış gibi ama sonra tek bir ses çıkmazdı ağzından. Susardı. Ama bu sefer o derin nefesi de almadı.
-          Beni seviyor musun dedim!
Yine cevap yoktu. Sinirlendim. Hem kendime hem ona. Ama bağırmadım. Üzüldüm. Ağlayacak gibi oldum ama onun yanında ağlayamazdım.
-          Peki hiç mi sevmedin?
Tek bir sözcük çıkmadı ağzından. Gözlerim dolmuştu, kendimi zor tutuyordum. Ama ağlamadım. Ağlamayacaktım kendime söz vermiştim.
-          Neden susuyorsun?
Suskun. Ses seda yok. Başım göğsünde. Eli elimde. Soruyorum, susuyor. Gözlerine bakmaya bu sefer ben cesaret edemedim. Ne kadar kolay olmuştu? Çekip gitmişti, hiçbir şey olmamış gibi davranmıştı. Hâlbuki onca zaman hep söz vermişti, gitmeyeceğim demişti. Neden gitmişti?
Yavaşça kalktım yanından. Kolunu uzattım göğsünün üzerine. Eğildim, alnından öptüm. Gözlerine baktım son bir kez. Sağ avucumun içi ile kapattım gözlerini.
-          Seni seviyorum.
Sustu. Öylece yatıyordu. Boylu boyunca. Yine sustu. Nefes almıyordu, kalbi artık benim için atmıyordu. Sustu. İçeriden battaniye aldım, salonun orta yerinde boylu boyunca yatıyordu. Üşemesin diye üzerine örttüm.
Kolay mıydı acaba...”
Yavaşça kapattı kitabı. Düşündü. Kolay mıydı?
Ölüm tanımıyordu kimseyi. İsim bilmezdi. Rıza almıyordu. Canı nasıl isterse öyle davranıyordu. Renk ayırmıyor, dil bilmiyor, kadın erkek çocuk gözetmiyordu. Ne de olsa ölümün dini, dili, ırkı yoktu. Herkese eşit davranıyor diye sevinmeli miyiz? Kolay mıydı acaba ölmek? Ölü olmak… Her şeyden bir seferde sıyrılmak. Acıyor muydu? Acısa bile bitince hepsini unutuyor muydu insan? Kolay mıydı ölü olmak? Ölüm tek tek yoklarken tüm insanları, bilmek ama yokmuş gibi davranmak daha mı kolaydı yoksa? Herkes seni bilirken yokmuş gibi davranmaları. Kolay mıydı Ölüm olmak?

8 Ocak 2012 Pazar

Akşam Yemeği.


                İşten yeni çıkmıştı. Biraz erken çıkabilmek için izin almıştı. Hızlı adımlarla markete doğru gitti. Sabah kahvaltıdan sonra buzdolabının önünde dikilmiş eksikleri küçük bir kağıda not etmişti. Markete girdi. Biraz domates, salatalık aldı. Diğer eksikleri de tamamladıktan sonra kasaya doğru geçti. Sonra koşar adım evin yolunu tuttu.
                Güzel bir sofra hazırlaması gerekiyordu. Bugün birinci yıl dönümleri olacaktı. Üstünü başını değiştirip mutfakta aldı soluğu. Hemen aldığı malzemeleri dolaba yerleştirdi. Daha sonra başladı yemekleri yapmaya.
                En sevdiği yemekleri yapacaktı. Ne de olsa onların yıldönümüydü. Böyle bir günde onun için özel bir şey yapıyorsa eğer onun en sevdiği yemekler olmalıydı sofrada. Domatesleri rendeledi önce. Bir yandan da zaman ne kadar çabuk geçti diye düşünüyordu kendi kendine. Sanki daha dün gibiydi ilk tanıştıkları gün. Zaman. Hızlıydı. Ve aleyhine işliyordu. O nedenle direk domatesleri koydu tenceresine. Biraz kavrulduktan sonra un ekledi, iyice pişince robottan geçirdi çorbanın ana malzemesini, daha sonra terbiyesini kattı içine yavaş yavaş. Çorbası hazırdı.
                İlişkinin ilk günlerinde öğrenmişti domates çorbasını çok sevdiğini. Bayılıyordu. Gittikleri her restoranda, her yemekte domates çorbası sipariş ediyordu. Hemen peşinden tavuk sarma için çıkardı malzemelerini. Mantarlarını doğradı ince ince. Garnitürünü hazır almıştı, süzdü, konserve kokusu geçsin diye sudan geçirdi. Sonra açtı tavuklarını. Mantarlarını kavurdu, garnitürü içine kattı sonra başladı tavukların içine doldurmaya.
                Onu sevdiğini söylediği gün yemeğe gitmişlerdi. Çok özenmişti. Bundan yaklaşık 11 ay önce falandı. Orada tavuk sarma sipariş etmişti. Sırayla önce yumurtaya sonra galeta ununa batırdı tavukları.
                Ardından pirinci ıslattı. Mısırlı pilav yapacaktı. Sonrada tatlıya geçecekti. Sütlü tatlıları çok severdi. Bir paket margarini eritti önce, sonra ekledi 6 fincan unu. Un hafif kavrulunca süt ekledi. Sonra da 4 su bardağı şeker. Bir pakette vanilya. Yarım çay bardağı saf gül suyu. Kıvamına gelince döktü tepsinin dibine tatlısını. Sonra üzerini kakao, tarçın ve Hindistan cevizi karışımı ile süsledi. Koydu buzdolabına.
                Hemen salata malzemelerini çıkardı. Rokayı yıkadı güzelce, marul ile birlikte. İnce ince kıydı. Taze soğanları temizledi onları da yeşilliklerin arasına kattı. Kabuklarını soydu domates ve salatalıkların. Onları da ekledi salata malzemelerine. Zeytinyağı, kekik ve sarımsakla güze bir sos yaptı salatasına. Üzerine hellim peyniri rendeledi ve ceviz koydu. Pikniğe gittiklerinde öğrenmişti. Cevizi çok seviyordu. Hatta bir ağacın tepesine tırmanmıştı, yaş cevizler toplamak için. Hem de başkasının bahçesine izinsiz girmişti.
                Tek tek özenle sofraya taşıdı yaptığı yemekleri. Kenarları dantelli beyaz bir masa örtüsü sermişti. Sanki gelinliğin eteği gibiydi. Sonra kadehlerini, tabaklarını, yemeklerini yerleştirdi sofraya. Şamdanlarını aldı. Mumlarını yaktı. Geçti oturdu sofrasına.
                Açtı beyaz şarabı ve bir kadeh doldurdu kendine. Çorbadan bir kepçe koydu tabağına. Başladı yemeğe. Peşinden tavuk. Yanında pilav, salata. Sonra tatlı derken bir şişe şarabı bitirmişti.
                Yemek bitti. Çantasından çıkardığı süslü paketi açtı. İçinde bir kutu, kutunun içinde ise pahalı bir kolye vardı. Kolyeyi aldı, gözlerinin içi gülümsüyordu. Taktı boynuna. Çok mutlu olmuştu. Sofrayı öylece bıraktı. Bu güzel akşamda sofra toplamakla, bulaşıkla uğraşmak istemiyordu.
                 Yatak odasına gidip en güzel geceliğini giydi. Yatağın sol yanına uzandı ve uyudu. Bir yıldönümünü tek başına geçirmişti. Kendiyle, kalbiyle mücadelesini kaybedeli çok uzun zaman olmuştu. Umursamadı. Sabah kalktı gülümseyerek. Mutluydu. Kolyesini taktı boynuna. Kahvaltı etmedi. Hızlıca hazırlanıp çıktı evden. Kolyesinin rahat gözükebileceği, derin v yakalı bir elbise giymişti. Herkes görmeliydi. Ne kadar mutluydu. Sevdiği onu ne kadar çok SEVMİYORDU…

3 Ocak 2012 Salı

MASAL - bitti.


“Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde pireler berber develer tellal iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken... Babam düştü beşikten anam düştü eşikten. Yuvarlandı dere boyuna. Bir bakayım hele şu gelenin boyuna. O gelen atlı mıdır, asık suratlı mıdır? Yolları az eylemiş, Hızır taraflı mıdır?
                               Bundan uzun uzun zaman önce diyarın birinde bir oğlan yaşarmış. Bu oğlan bir evin bir oğluymuş. Annesi de babası da üzerine titrerlermiş. Annesi hep en sevdiği yemekleri pişirir, babası ne isterse almaya uğraşırmış. Oğlan hiç memnun olmazmış. Her şeye bir kusur bulurmuş. Yemekleri beğenmez, kıyafetlerini yırtarmış. Annesinin onu öpmesine izin vermezmiş. Babası saçını okşayamazmış. Kendini hiç mi hiç sevdirmezmiş.
                                Bir gün zavallı anneciği açmış ellerini tanrıya dua etmiş. “Ey büyük Allah’ım. Bu evladı sen verdin sen hizaya getir. Ne ettiysek olmadı. Bizi sevmez oldu, düşman belledi iyice” demiş. Kadıncağız uykuya zar zor dalmış o gece.
                               Ertesi gün oğlanı zar zor bir geziye çıkarmış babası. Ormana odun kesmeye giderken katmış onu da önüne. Oğlan hiç memnun olmamış bu durumdan. Sürekli söylenmiş durmuş. Adamcağız oğlanı yanına aldığına bin pişman olmuş. “Oğlum, istersen sen dolanmaya git. Benim işim daha uzar demiş.” Oğlan uflaya puflaya dolanmaya gitmiş.
                               İleride bir mağara gözüne çarpmış. Mağara merakla girmiş oğlan. İlerlemiş. Bir anda bir ışık görür gibi olmuş. Işığa doğru ilerlerken ayağı kaymış başlamış düşmeye bizim oğlan. Öyle bir düşmüş ki sanki dipsiz bir kuyudaymış.
                               Gözünü açtığında yoksul bir diyardaymış. Yerde yatıyormuş. Kimse kafasını çevirip bakmıyormuş. İnsanlar etrafından yürüyüp, gidiyormuş. Ayağa kalkmış üstü başı toz pislik içindeymiş. Karnı da iyiden iyiye acıkmış. Az biraz ilerlemiş. Bir fırın görmüş. Fırıncıya yanaşıp “karnım çok aç ama hiç param yok demiş.” Fırıncı da “paran yoksa burada ne işin var. git çalış be adam.” Demiş. Utana sıkıla gitmiş bir kapı çalmış. “merhaba ben tanrı misafiriyim. Karnım aç. Susuzum, kayboldum” demiş. Kapıyı açan kadın “git işine kardeşim tanımam etmem seni niye alayım evime” demiş. Az biraz daha yürümüş. Bir dükkana girmiş, dükkan sahibine memleketinin adını söylemiş ve nasıl gidebileceğini sormuş. Dükkan sahibi şaşkın şaşkın bakmış sonra da “ manyak mısın be adam. Burası dediğin yer zaten” demiş.
                                Dükkandan çıkınca fark etmiş bizim oğlan. Zaten kendi memleketindeymiş. Dosdoğru evine gitmiş. Kapıyı çalmış. Bir kadın açmış. Kadın annesiymiş. “anne ben geldim ne yemek var” demiş. “destur” demiş kapıdaki kadın “sen kimsin be?”. “anne benim ben. Oğlun. Tanımadın mı?” demiş oğlan şaşkın şaşkın. “hadi be ordan. Benim bir oğlum vardı. O da seneler evvel bizi koydu gitti. Ne aradı ne sordu. Öldü mü kaldı mı bilinmez. Utanmaz mısın be adam dalga geçmeye bu yaşta insanla.” Demiş. Daha sonra babasını beklemiş oğlan kapı önünde. Babası yoldan görününce koşmuş, sarılmış boynuna. Adam şaşmış kalmış. “naparsın be adam. Sende kimsin? Delendin mi?” demiş. “benim baba, benim oğlun” demiş bizim oğlan. “De git başımdan densiz deve. Yok benim oğlum falan” demiş adam ve omzundan itmesiyle yerle bir olmuş bizim oğlan.
                                Çaresiz çaresiz dolanırmış oğlan ortalarda. Çeşme başına gidip biraz su içmiş. Oturmuş, başlamış ağlamaya. Yoldan geçen sakallı adam gelmiş yanına. “neyin var evlat?” demiş adam. Oğlan bir bir anlatmış olanları. Adam çantasından bir parça ekmek çıkarmış. Uzatmış oğlana. “sevdiklerinin kıymetini anladın mı ya oğul, onlarsız bir hiçsin bildin mi?” demiş. “bildim, bilmez olur muyum?” demiş oğlan iç çeke çeke.
                                Ekmekten bir lokma ısırmış. Tüm dünyası dönmüş bir anda. Yerle bir bulmuş kendini. Gözünü açtığında babası yanındaymış. “kalk oğlum kalk. İyi misin ne oldu sana?” oğlan kalkmış yerden. Sarılmış babasının boynuna. Babası şaşmış kalmış oğlanın hallerine. Babasının kestiği odunları toplamış, almış kucağına babasına dönüp “ hadi eve gidelim baba, annem güzel yemekler yapmıştır.” Demiş. Eve gider gitmez sarılmış annesine. Öpmüş koklamış. Sevmek neymiş kaybedince anlamış…”

                               Masalımızda böyle güzel, mutlu bir sonla bitmiş. Adı üzerinde “ masal”. Gerçekte olmaz böyle şeyler. İnsanoğlu nankördür ya seversin tepene biner. Kıymet bilmez. Kaybedince aramaz. Doğruyu bulsa sevinmez. Hep vardır kendine meyli ama başkasına yüz dönmez. Sırt çevirir. Hep bir şeyleri ister lakin hiç tatmin olmaz. Sever, severse kavuşamaz acı çeker. Sevilir, kendisi sevmez acı çeker. Hiç tatmin olmaz insanoğlu. Hep daha fazlasını ister. Masallar gibi mutlu sonlar neredeyse hiç olmaz. Çünkü masallardakiler yaratılmış karakterlerdir. İnsanlar ise yaratılmış karaktersizler… Masallar hep uzak uzak diyarlarda geçer, o uzak diyarlara kimse gidemesin diye. Periler, cadılar, gerçek üstü olaylar vardır. Halbuki dünyayı daha gerçeküstü kılmıştır insanoğlu. İnanmayın bu dünyaya. Aslında masallar gerçek. İnanırsanız yazık edersiniz kendinize. Umutlarınızdan yana dönün yüzünüzü. İnanmayın bu dünyaya. İnanırsanız yalnızlık çekersiniz.


ps: iyi seneler!