Deniz kokusu şart.
Olmazsa olmaz. Biraz martı sesi. Bir tane de bank elbet. Onu unutmamak gerek. Akılda
bir şarkı, bilemedin iki, dönüp dönüp duran. Aynı oyunun farklı bir
sahnesindeyiz bu sefer. Oyun aynı, konu aynı, karakter desen aynı. Sadece sahne
farklı. Yoldan geçen birkaç insan koyalım karenin içine. Çok fazla olmasınlar
ama. Hava soğuk, keskin bir rüzgar. Elde bir kahve olursa olur, olmazsa da canı
sağ olsun. Bu ortamda en güzeli bira olur zaten. Düşünceli olduğunu söylemeye
gerek yok herhalde. Ama yine de söyleyeyim. Adam düşünceli. Denize karşı,
bankta oturmuş, martı sesleri eşliğinde birasını yudumlayıp denizi seyrederken
manzarası gelip geçen birkaç insan yüzünden bozuluyor. Ve adam düşünceli.
****
Aslında
hikaye çok da farklı değil daha önce anlatılanlardan. Sadece benim
anlattıklarımdan değil, genelde anlatılanlardan. Ama yine de bir deyivereyim
ben size. Belki beğenirsiniz.
Evvel
zaman içinde kalbur saman içinde, pireler…. Falan filan işte gerisini
biliyorsunuz zaten. Bir varmış bir yokmuş, vaktin birinde, uzak mı uzak bir
ormanda bir çocuk yaşarmış. Çocuğun hiç kimsesi yokmuş. Yalnız, bir başına
küçük kulübesinde yaşarmış. Her gece uykuya dalmadan önce yalnızlığım bitsin
diye dua edermiş ama kimse dualarına karşılık vermezmiş. Her gün ormana gider
kuşlara, böceklere seslenir; onlarla konuşurmuş. Başından geçenleri bir bir
dağlara, taşlara ağaçlara anlatırmış. Deniz kıyısına gider, bağırır çağırır;
derdini tasasını denizin sularına bırakırmış. Sonra yoldan topladığı üç beş
çiçek ve birkaç meyve ile kulübesinin yolunu tutarmış.
Günlerden
bir gün bizim çocuk yine almış başını, düşmüş yollara. Ormanın içine doğru
yürümüşte yürümüş. Ağaçlar git gide büyür olmuş. Hatta öyle bir ağaç görmüş ki
bir yaprağı neredeyse bizim oğlanın boyu kadar. Kocaman kocaman kayaların üzerinden geçmiş
gitmiş. En son bir kayanın tepesine oturmuş azıcık dinleneyim diye. Evden azığına
koyduğu meyvelerden çıkarmış yemeye başlamış. Kırmızı mı kırmızı bir elma yemiş
önce. Tadına doyamamış. Yolculuktan olsa gerek, karnı epey acıkmış. Sonra tutmuş
azığından bir tane ayva çıkarmış. Oturmuş bir güzel ayvayı da yemiş. Hemen peşine
elini bir kez daha daldırmış torbasının içine. Bir tane nar gelmiş çocuğun
eline.
Çocuk
yesem mi yemesem mi diye düşünürken hala karnının guruldadığını fark etmiş. Yiyecek
başka bir şeyi olmadığını fark edince de narı yemeye karar vermiş. Yalnız nar
olgunlaşmış mı olgunlaşmamış mı fark edememiş. Çünkü narın kabukları sarıya
dönük bir renkteymiş. Çocuk baktıkça nar daha da bir parlamış. Eninde sonunda
narı ortadan bölmeye kalmış çocuk. Daha ilk zorlaması ile narın kabukları
açılmış, içindeki tüm taneleri etrafa saçılmış. Çocuğun elinde bir tane bile
nar tanesi kalmamış. Oturmuş bahtsızlığına üzülmüş çocuk. Madem daha yiyecek
bir şey de kalmadı artık eve gideyim diye düşünmüş kendi kendine. Kalkmış oturduğu
yerden, yavaş yavaş inmeye başlamış tırmandığı kayaları. En sonunda koca koca
ağaçların olduğu ormana geri gelmiş. Yine yol üzerinden birkaç çiçek, birkaç meyve
alıp evine doğru yola koyulmuş. Varmış evine. Oturmuş yatağının üzerine. Başlamış
ağlamaya. Ağlamış, ağlamış, ağlamış… Sonra uyuyakalmış.
Sabah
erkenden uyanmış bizim oğlan. Çiçeklerle donattığı köşeye gitmiş. Eline bir
tane gül almış. Gülün dikeni eline batmış. Bir damla kan düşmüş yere
parmağından. Eğilip onu silmiş oğlan. Sonra dönmüş, çiçeklerle konuşmaya
başlamış. Bir önceki gün başından geçenleri anlatmış onlara. Giyinmiş,
hazırlanmış, heybesini doldurmuş meyveler ile. Yine yürümeye başlamış, varmış o
koca ağaçların yanına. Başlamış tırmanmaya. Yukarı çıkmış, bir de ne görsün. Kendisi
gibi yüzlerce insan. Hepsi çıplak, yüzleri donuk. Birbirlerine bakıyorlar. Çocuk
tek tek gidip hepsi ile konuşmaya çalışmış. İsimlerini sormuş. Kendi ismini
söylemiş. Diğer insanlar gülen yüzlerle ama boş gözlerle ona cevap vermişler. Bizim
çocuk mutluluktan delirmek üzereymiş. Tek tek hepsine ne kadar uzun zamandır bu
ormanda tek başına yaşadığını, başından geçenleri bir bir anlatmış. Hepsine aşağıya
gelin, sizinle beraber kulübeler yapalım ormanda, beraber yaşayalım demiş. Ormanın
güzelliğinden, nehrin sesinden, balıklardan, kuşlardan, çiçeklerden hatta
meyvelerden bile bahsetmiş. Onlar da çocuğa gülümsemişler.
Çocuk
herkese anlatmış tek tek bir köy kurma hayalini. Onlar da dinlemişler. Gidelim demiş
çocuk. Gidelim ve köyümüzü kuralım. İnsanlardan birine elini uzatmış. O da
tutmuş. Elleri dokunur dokunmaz diğeri yok olmuş. Çocuk şaşırmış kalmış. Sonra
bir başkasına uzatmış elini. Yine aynı şey. Bir diğerine, bir diğerine derken
yine kimsecikler kalmamış çocuğun etrafında. Onca konuştuğu, anlattığı,
hayalleri sanki havaya karışmış gitmiş, yağmur olup geri gelmiş. Rüya gördüm
herhalde diye düşünmüş kendi kendine çocuk. Ağlamış, ağlamış, ağlamış…
Varmış
gelmiş eve. Kapısını örtmüş oturmuş yatağının üzerine. Bakmış, sabah kan
damlasının düştüğü yerden bir başka gül bitivermiş. Kıpkırmızı. Parlak. Oturmuş
yanına. Başlamış onunla konuşmaya. Masal bu ya gül de ona cevap vermiş. Bir bir
anlatmış bizim oğlana olanları. Onca yalvarmasından, yakarmasından sonra o
sihirli nar tanelerinin nasıl insana dönüştüğünü bir bir anlatmış bizim oğlana.
Bizim oğlan anlamış ne olup bittiğini. Ama yine de sormuş güle.
-
Peki neden gittiler? Neden yok oldular. Oysa hepsi
gülmüştü yüzüme ben hayallerimi bir bir derken.
Gül cevap vermiş.
-
Sen, senden olana güven. Senden gidene üzül. Ne
nar senindi, ne de o insanlar. Hepsi geldi geçti. Ne giderse senden gider
aslında. Senden kopan gerçektir. Senden alınan. Sen kendinden kopana üzül. Sen,
senden gidene.
****
Almış
başını gelmiş bizim oğlan yine aynı denizin kenarına. Bakmış etrafında bir bir
yok olan insanlara. Kahvesini yudumlamış ya da birasını. Orasını kimse kesin
olarak bilememiş. Ama kafasında hep aynı şarkı çalmış durmuş… Bir kez daha
deniz kenarında, martıların sesiyle birlikte etrafta hiç kimse yokken
yalnızlığını kutlamış bizim oğlan. Kandırılmışlığına ağlarken…