30 Kasım 2012 Cuma

Benden Size Selam Olsun Nar Taneleri


                                              
                                                 Deniz kokusu şart. Olmazsa olmaz. Biraz martı sesi. Bir tane de bank elbet. Onu unutmamak gerek. Akılda bir şarkı, bilemedin iki, dönüp dönüp duran. Aynı oyunun farklı bir sahnesindeyiz bu sefer. Oyun aynı, konu aynı, karakter desen aynı. Sadece sahne farklı. Yoldan geçen birkaç insan koyalım karenin içine. Çok fazla olmasınlar ama. Hava soğuk, keskin bir rüzgar. Elde bir kahve olursa olur, olmazsa da canı sağ olsun. Bu ortamda en güzeli bira olur zaten. Düşünceli olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Ama yine de söyleyeyim. Adam düşünceli. Denize karşı, bankta oturmuş, martı sesleri eşliğinde birasını yudumlayıp denizi seyrederken manzarası gelip geçen birkaç insan yüzünden bozuluyor. Ve adam düşünceli.

                                                                                              ****

                                               Aslında hikaye çok da farklı değil daha önce anlatılanlardan. Sadece benim anlattıklarımdan değil, genelde anlatılanlardan. Ama yine de bir deyivereyim ben size. Belki beğenirsiniz.

                                               Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler…. Falan filan işte gerisini biliyorsunuz zaten. Bir varmış bir yokmuş, vaktin birinde, uzak mı uzak bir ormanda bir çocuk yaşarmış. Çocuğun hiç kimsesi yokmuş. Yalnız, bir başına küçük kulübesinde yaşarmış. Her gece uykuya dalmadan önce yalnızlığım bitsin diye dua edermiş ama kimse dualarına karşılık vermezmiş. Her gün ormana gider kuşlara, böceklere seslenir; onlarla konuşurmuş. Başından geçenleri bir bir dağlara, taşlara ağaçlara anlatırmış. Deniz kıyısına gider, bağırır çağırır; derdini tasasını denizin sularına bırakırmış. Sonra yoldan topladığı üç beş çiçek ve birkaç meyve ile kulübesinin yolunu tutarmış.

                                               Günlerden bir gün bizim çocuk yine almış başını, düşmüş yollara. Ormanın içine doğru yürümüşte yürümüş. Ağaçlar git gide büyür olmuş. Hatta öyle bir ağaç görmüş ki bir yaprağı neredeyse bizim oğlanın boyu kadar.  Kocaman kocaman kayaların üzerinden geçmiş gitmiş. En son bir kayanın tepesine oturmuş azıcık dinleneyim diye. Evden azığına koyduğu meyvelerden çıkarmış yemeye başlamış. Kırmızı mı kırmızı bir elma yemiş önce. Tadına doyamamış. Yolculuktan olsa gerek, karnı epey acıkmış. Sonra tutmuş azığından bir tane ayva çıkarmış. Oturmuş bir güzel ayvayı da yemiş. Hemen peşine elini bir kez daha daldırmış torbasının içine. Bir tane nar gelmiş çocuğun eline.

                                               Çocuk yesem mi yemesem mi diye düşünürken hala karnının guruldadığını fark etmiş. Yiyecek başka bir şeyi olmadığını fark edince de narı yemeye karar vermiş. Yalnız nar olgunlaşmış mı olgunlaşmamış mı fark edememiş. Çünkü narın kabukları sarıya dönük bir renkteymiş. Çocuk baktıkça nar daha da bir parlamış. Eninde sonunda narı ortadan bölmeye kalmış çocuk. Daha ilk zorlaması ile narın kabukları açılmış, içindeki tüm taneleri etrafa saçılmış. Çocuğun elinde bir tane bile nar tanesi kalmamış. Oturmuş bahtsızlığına üzülmüş çocuk. Madem daha yiyecek bir şey de kalmadı artık eve gideyim diye düşünmüş kendi kendine. Kalkmış oturduğu yerden, yavaş yavaş inmeye başlamış tırmandığı kayaları. En sonunda koca koca ağaçların olduğu ormana geri gelmiş. Yine yol üzerinden birkaç çiçek, birkaç meyve alıp evine doğru yola koyulmuş. Varmış evine. Oturmuş yatağının üzerine. Başlamış ağlamaya. Ağlamış, ağlamış, ağlamış… Sonra uyuyakalmış.

                                               Sabah erkenden uyanmış bizim oğlan. Çiçeklerle donattığı köşeye gitmiş. Eline bir tane gül almış. Gülün dikeni eline batmış. Bir damla kan düşmüş yere parmağından. Eğilip onu silmiş oğlan. Sonra dönmüş, çiçeklerle konuşmaya başlamış. Bir önceki gün başından geçenleri anlatmış onlara. Giyinmiş, hazırlanmış, heybesini doldurmuş meyveler ile. Yine yürümeye başlamış, varmış o koca ağaçların yanına. Başlamış tırmanmaya. Yukarı çıkmış, bir de ne görsün. Kendisi gibi yüzlerce insan. Hepsi çıplak, yüzleri donuk. Birbirlerine bakıyorlar. Çocuk tek tek gidip hepsi ile konuşmaya çalışmış. İsimlerini sormuş. Kendi ismini söylemiş. Diğer insanlar gülen yüzlerle ama boş gözlerle ona cevap vermişler. Bizim çocuk mutluluktan delirmek üzereymiş. Tek tek hepsine ne kadar uzun zamandır bu ormanda tek başına yaşadığını, başından geçenleri bir bir anlatmış. Hepsine aşağıya gelin, sizinle beraber kulübeler yapalım ormanda, beraber yaşayalım demiş. Ormanın güzelliğinden, nehrin sesinden, balıklardan, kuşlardan, çiçeklerden hatta meyvelerden bile bahsetmiş. Onlar da çocuğa gülümsemişler.

                                               Çocuk herkese anlatmış tek tek bir köy kurma hayalini. Onlar da dinlemişler. Gidelim demiş çocuk. Gidelim ve köyümüzü kuralım. İnsanlardan birine elini uzatmış. O da tutmuş. Elleri dokunur dokunmaz diğeri yok olmuş. Çocuk şaşırmış kalmış. Sonra bir başkasına uzatmış elini. Yine aynı şey. Bir diğerine, bir diğerine derken yine kimsecikler kalmamış çocuğun etrafında. Onca konuştuğu, anlattığı, hayalleri sanki havaya karışmış gitmiş, yağmur olup geri gelmiş. Rüya gördüm herhalde diye düşünmüş kendi kendine çocuk. Ağlamış, ağlamış, ağlamış…

                                               Varmış gelmiş eve. Kapısını örtmüş oturmuş yatağının üzerine. Bakmış, sabah kan damlasının düştüğü yerden bir başka gül bitivermiş. Kıpkırmızı. Parlak. Oturmuş yanına. Başlamış onunla konuşmaya. Masal bu ya gül de ona cevap vermiş. Bir bir anlatmış bizim oğlana olanları. Onca yalvarmasından, yakarmasından sonra o sihirli nar tanelerinin nasıl insana dönüştüğünü bir bir anlatmış bizim oğlana. Bizim oğlan anlamış ne olup bittiğini. Ama yine de sormuş güle.

-          Peki neden gittiler? Neden yok oldular. Oysa hepsi gülmüştü yüzüme ben hayallerimi bir bir derken.
Gül cevap vermiş.
-          Sen, senden olana güven. Senden gidene üzül. Ne nar senindi, ne de o insanlar. Hepsi geldi geçti. Ne giderse senden gider aslında. Senden kopan gerçektir. Senden alınan. Sen kendinden kopana üzül. Sen, senden gidene.
****
                                              
                                               Almış başını gelmiş bizim oğlan yine aynı denizin kenarına. Bakmış etrafında bir bir yok olan insanlara. Kahvesini yudumlamış ya da birasını. Orasını kimse kesin olarak bilememiş. Ama kafasında hep aynı şarkı çalmış durmuş… Bir kez daha deniz kenarında, martıların sesiyle birlikte etrafta hiç kimse yokken yalnızlığını kutlamış bizim oğlan. Kandırılmışlığına ağlarken…

17 Ekim 2012 Çarşamba

Geldi de geçiyor....


Zamanı geldi.
Uzaktan izlemek sıkmıştı zaten. Bir hamle yapmak gerekliydi. Ne mi yaptım? Hiçbir şey. Ne zaman işe yaradı ki.
Bir gün gelecek ve hiçbir zaman benim olmayacak olan şeyin hayalini kurmaktan da vazgeçeceğimi bende biliyordum elbet. Sığıyor muydu tüm bunlar yüreğime? Bunca zaman sığdırmaya çalıştım da ne geçti elime? Şimdi bakıyorum da yeterince zaman harcamışım tüm bu yalanlarla, avunmalarla.
Umut vardı bir zamanlar. Belki… İçimden hep geçirdiğim ama gerçeği ile yüzleşemediğim bir belki vardı bir zamanlar artık yok.
Ne zaman ki şarkılar anlatmayı bıraktı seni o zaman bıraktım bende hayallerimin ucunu. Süzülmelilerdi. Süzülmelilerdi ki yerine yenilerini koyabileyim. Ne kadar çok hayal; o kadar çok kayıp, o kadar çok hayal kırıklığı.
İşin garibi yine de umutsuz değilim. “Elbet bir gün…” diye başlayan cümleleri yine kuruyorum kendi kendime. Sadece içlerinde artık sen yoksun. “Elbet bir gün… Bende mutlu olacağım.” Söylüyorum ya bazen inanıyorum bazen inanmıyorum.
Yarattığım dünyadan çıkıp gerçekliğe dönünce fark ettim. Dünya soğuk, acımasız. Benim dünyam böyle değildi. Belki de uzunca zaman bununla yüzleşmekten korktum. Kendi gökyüzüm mavi, kendi çiçeklerim renkli, kendi dünyam iki kişilik. İstemedim gri gökyüzüne dönmek yüzümü. İstemedim betonların arasında olmak. İstemedim kalabalığın arasında kalmayı.
Yeni yeni fark ediyorum ki aslında bu senle ilgili değil. Benle ilgili. Ben korktum. Ben yüzleşemedim. Ben vuramadım ayaklarımı dibe. Çıkmak istemedim suyun yüzüne. Ben görmek istemedim. Ben bilmek istemedim. Ben konuşmak istemedim. Geleceği ben düşünmek istemedim. Geçmişi ben bilmek istemedim. Şimdiyi ben fark etmek istemedim. Bu senle ilgili değildi. Ben.
Yavaş yavaş anlıyorum tüm bunları. O dünyanın aydınlığı fazla güzel. O dünyanın kokusu fazla iyi. Sesler rahatsız etmiyor. Ama gerçek değiller. Gerçek olan belki de acı. Belki de küçük parmaklar gerçek olan, acıyla yüzleşen. Belki de kalbim. Belki de aklımın bana uzunca zamandır oynadığı bu oyundu gerçek olan. Belki de sendin. Ama biliyorum ki o dünya değildi.
Arkasına saklandığım onca bahaneyi kaldırmak hiç de kolay olmadı elbet benim için. Kendi ellerimle ördüğüm duvarların bir bir üzerime yıkılması. Hiç de kolay olmadı. Ama ne var biliyor musun? Nefes almayı senden daha çok özledim. Sensiz nefes almayı. Seni koklamadan. Seni düşünmeden. Seni hissetmeden. Sende kaybolmayı aklıma getirmeden nefes almayı. Özledim. Nefes almayı. Sadece.
Zamanı geldi.
Bu son olmayacak biliyorum. Bitti. Başlayacak. Bitecek. Başlayacak… Bende bu döngünün içinde kaybolacağım zamanla. Yüzleşebildiklerimle yüzleşip, yüzleşemediklerimi yanımda taşımayı öğreneceğim. Yüzleştim. Şimdilik.
Her ne idiyse bunun adı, güzeldi. Herhalde.
Zamanı geldi.
Ben gittim.

13 Mayıs 2012 Pazar

Özür Dilerim.


                                                                                                                                       1999

                -Anneanne benim babam da eve gelecek değil mi bir gün?
                -Gelir elbet oğlum. Üzülme sen.
Gelmedi elbet. Gelmeyeceğini de biliyordum aslında. İş olsun diye sormuştum. Yan komşumuzun kocası işten gelmişti. İki tane oğlu vardı. Ufuk ve Uğurdu isimleri yanlış anımsamıyorsam eğer. Çocuklar sokakta top oynuyorlardı. Ben de bakkalın bitişiğindeki, 2 odalı evimizin balkonunda oturmuş onları izliyordum anneannemde yanımdaydı. O zaman sordum o soruyu. Cevabı biliyordum. Şaşırtıcı değildi ama bir an üzüldüm. Sen yanımda yoktun o zaman. İyi ki yoktun, duymadın. Duysan kim bilir ne kadar üzülürdün. Aldığın karardan pişman olurdun belki de. İyi ki yoktun. İyi ki duymadın. Ya aldığın karardan pişman olsaydın?  Sende bekledin bence. Çocuk aklımla öyle düşündüm en azından. Benim gelmeyeceğini kabul etmem belki de seninkinden birazcık daha kısa sürdü. Çok da üzülmedim. Sen vardın. Sen herkese bedeldin küçük dünyamda. Küçüktü. Okulla ev arası gidip gelen yolu bile daha yeni öğrenmiştim. Tüm dünyam da ondan ibaretti. Yorulmuyordum, yormuyordun beni. Belki sen de bekledin. Biliyordun. Gelmeyecekti. Bende biliyordum. Gelmeyecekti. Sen vardın, gelmese de olurdu.

                                                                                                                                2000’lerde bir zaman…

                -Anneeeeee! Yemekte ne var?
                -Un çorbası ile bulgur pilavı yaptım oğlum.
                - Anne yine mi ya? Of!
Bilemedim elbet. Yokluğu da gözüm kesmiyordu o vakit. Elde yok avuç da yok lafı somut manasının dışına hiç çıkmıyordu. Cebinde kalan son 5 lira ile üç karın doyurmanın ne demek olduğunu uzunca bir zaman daha kestiremeyecektim belki de. Mutfakta açılıp kapanan çekmecelerin sesini duymam bir anlam ifade etmiyordu. Beyaz plastik çekmecenin başına dikilmiş, tek tek hepsini açıp kapatman bir şey çağrıştırmıyordu bana. Ben bilmiyordum, evde kalan son bulgurla, son unla yemek yaptığını ya da cebinde kalan son parayla bir paket makarna aldırdığını. Söylemiyordun çünkü. Yokluğun içindeyken de bilmiyordum sayende ne olduğunu. Hiçbir zaman hayata kötü bakmamızı istemedin. Zaman zaman içine düştüğümüz sıkıntılı durumlarda tüm yükü üstlenmek zorunda değildin halbuki. Söyleseydin. Bende bilseydim. Belki of demezdim sana.

                -Alo! Anne yine mi yemek yapmadan gittin işe ya. Öf yine mi ben yapacağım.
                -Oğlum erken çıkmam gerekti. Bir makarna haşla ya da bir çorba yap yiyin kardeşinle. Hadi güzel oğlum.
                -Of anne ya! Hep aynı şeyi yapıyorsun ha! Sanki ben uğraşmak zorundayım bunlarla.
Değil miyim? Aç olan bendim derde düşen sen. Biz okuldayken daha giderdin işe, gecenin kör saatlerine kadar çalışırdın. Bazı geceler sen geldiğinde biz uyumuş olurduk. Hatırlarım. Ranzanın başına gelir, saçımı okşar, öper, koklardın. Üzerimi örterdin sessizce. Sonra da kardeşime aynı şeyi yapardın. Bazen uyanırdım, uyuyormuş taklidi yapardım. Uyanırsam sen üzülürsün sanırdım. Yetmezdi onca yorulduğun evin bütün işine de sen koşardın. Ütü, temizlik, çamaşır, bulaşık… Yaptıklarını hiç görmezdim. Yapmadıklarını hemen yüzüne vururdum, sanki tüketmekten başka bir faydam varmış gibi. Evin işi yetmezdi birde dışarının işine koşardın. Elektriği, suyu, kömürü, odunu… Her şeyle sen ilgileniyordun. Bana da hazır doldurulmuş soba kazanının üzerine bir kibrit çakmak zor geliyordu.
                -Anne ya. Ayakkabı lazım bana. Ne zaman alırız?
                -Biraz bekle oğlum. Bu ara pek param yok. Olunca alırız.
                -Ne zaman olacak o para bilmem? Hiç yok ki…
İç çekerdin. Bazen dayanamaz “sanki var da mı almıyorum oğlum yapma Allah aşkına” derdin. Bilmezdim o zaman elbet. Bana hayatımın en öncelikli ihtiyacı ayakkabı gibi gelirdi. Sen ise babasız büyüyen iki çocuğu beslemenin, barındırmanın, giydirmenin, okutmanın derdiyle uğraşırdın. Hep sonradan itiraf ettin gizli gizli ağladığını. Ben çocukken hiç görmedim seni ağlarken. Ağlamazsın sanırdım hep. Ne kadar güçlü bak demiyordum elbet kendi kendime, belki de aklım ermiyordu. Ama bende yarattığın imaj hep o güçlü kadındı. İlk kez ağladığını gördüğümde yıkıldım sandım bir an. Sanki o güçlü kadın imajın gitmişti bir an. Benimde dünyaya olan inancım. Sonra sonra fark ettim, çaresizlik zor iş güçle alakası yok. Lisedeydim. Çalışmadığın bir döneme denk gelmişti. Parasız kaldığımız zaman istemiştin o adamdan ilk kez yardımı. Göndermedi elbet. Birkaç sefer okula gidememiştim. Devamsızlığım doldu diye rapor isteyen müdür yardımcısı ile konuştun, param yoktu gönderemedim demiştin. Yüzün kızarmıştı hafiften. İlk kez gördüm gözlerindeki o çaresizliği. Keşke dedim, keşke elimden bir şey gelse de silsem onu. Yapamadım elbet.
Şimdi dönüp bakıyorum da ben hiç iyi bir evlat olamadım. Eğer sen hala bu kadar çok seviyorsan beni, sen gerçekten dünya dışı bir varlıksın. Hiçbir insan kendisine arpa tanesi kadar faydası dokunmamış birini senin beni sevdiğin kadar sevemez. Bu yaşıma kadar iyi bir evlat olamadım belki ama bildiğim tek şey var. Sen bu dünyada benim başıma gelmiş, hatta herhangi bir insanın başına gelebilecek en güzel şeysin. Anne olmak ayrı, sen olabilmek ayrı. Şimdi söylüyorum elbet, seni seviyorum Anne!

18 Nisan 2012 Çarşamba

Kuyu - Taşı Attım.


                Aldattım. Aldatıldım diye değil. Sinirimden ya da kimseye olan kinimden ötürü değil. Öç almak değildi niyetim, kimseyi kırmak da istemedim. Kimisinin tenini koklamadım ama aldattım. Hem kendimi aldattım hem de insanları. Olur sandım her seferinde. Bir daha aynı yola çıkmayacağım, aynı engellere takılmayacağım. Aynı mumu güneş sanıp ışığına aldanmayacağım. Üzerime sıçrayan çamuru temizleyeceğim, elbet ölü toprağından silkelenip yeni bir hayata başlayacağım. Çevremi saran karanlığı boğarım sandım, gün gelir karanlık benden korkar. Belli mi olur? İş bu ya. Aynı havalara kanmam, aynı yaraları kanatmam dedim her seferinde.
                Bir kahvede buluştum kimisi ile. Öptüm. Ellerini tuttum. Yumuşak, narin, suçsuz. Kimisinin parmakları uzundu. Seninkiler gibi. Kalbime dokunmaya çalıştılar. Dokunduklarını sandılar. Bende öyle sandım ne yalan söyleyeyim. Edilen iki çift kelam ile kalbimi açarım sandım. Hatta kalbimi açtım sandıklarım da olmadı değil. İşte bu sefer yolu tutturdum deyip, gözlerimi kapadım beni götürsünler diye. Varacağım yer elbet meçhul, bilinmez. Gitmek istedim yine de. Uzak olsun. Kokmasın. Hemen açtım gözlerimi. Korktum elbet. Gitmekten değil. Gözlerimi kapatınca gözümün önünde belire resimden. Kaçtım. Kaçtılar. Kimisi fark etti. Kimisi görmezden geldi. Kimisi gitti. Ben hep kaldım.
                İnat etti kimisi. Uzattı elini. Bilmeden de olsa çekip çıkarmayı denedi beni içinde olduğum karanlık kuyudan. Seslendikçe kaçtım. Kimisinin elini tuttum, yukarı çekmesine izin verirmiş gibi. Zamanla anladım ki kuyuyu seviyordum. Karanlık da olsa, bataklık da olsa, nemli de olsa kuyu benimdi. Bana ait olan tek şeydi.
                Kimisi başardı çekti, çıkardı içinde olduğum durumdan beni. Öptü, kokladı. Yaralarımı sarmayı denedi en başta. Küçücük de olsa başardı elbet. Acılarım hafifledikçe sevdim içinde olduğum durumu ve belirttim “ seni seviyorum!”. Evet. Yalan söyledim. Sevmiyordum. İçinde bulunduğum durumu daha çok seviyordum. Sonra kendi yalanımdan korkup kaçıp saklandım kuyuma. Derinlerde bir yerde hala o kuyuyu özlüyordum.
                Kimisi çekip çıkardıktan sonra bırakıp gitti. Kuyuyu kıskanmadı elbet ama beni anlayamadı. Kayıp bir ruhun peşinden koşup gitmek istemediler herhalde. Yoruldular, yıldılar. Kim bilir onların kuyusu neredeydi. Kendi kuyularına geri döndüler bir bir.
                Kimisi sardı sarmaladı. Bende kayıtsız kalmadım. Öptüm. Kokladım boyunlarından. Kayboldum bazı geceler tenlerinin sıcaklıklarında. Ellerimi gezdirdikçe terledim. Terim terine karıştı kimisinin ama hiç kimsenin nefesinde kaybolmadım, kaybolamadım. İsterdim elbet, biri nefesinde içine çeksin beni. Her hücresine dağılsın kokum. Belki de dağıldı. Bilemedim. Ama ben kuyunun nemli havasını taşıdım hep içimde. Hücrelerim de. Başka kimsenin girmesine izin vermedim, istesem de veremedim.
                Hayallerimi anlattım kimisine uzun uzun. Eğer hayallerimin/hayallerinin bir parçası olabilirsem elbet hayatının da bir parçası olmanın yolunu bulabilirim diye. Çok benzer hayalleri olanlar da çıktı elbet aralarından. Hatta beni hayallerine dahil edenler de. Beni isteyenler, beni yanlarında, yollarında görmek isteyenler de. Bir türlü olmadı, olamadı. Hep yarım kaldı. Kimisi de yadırgadı beni, hayallerimi. Onların bile hayatının bir parçası olmak istedim. Denedim de. Denemedim dersem yalan söylemiş olurum. Ama rutubet kokusu sinmişti bir kere üzerime ve çıkmıyordu, gitmiyordu.
                Kimisi bir fırtınanın parçası oldu bilmeden. Harcanıp gitti. Uzaklara savruldu. Kimisi durgun bir limanda ömür tüketti. Bekledi dalgalar gelsin diye. Çürüdü gitti. Kimisi paylaşmak istedi hayatın yükünü, altında ezildi ekledikleriyle. Kimisi kimisi dedim ama hepsinin ortak bir yanı vardı elbet. Suçsuzlardı. Bilmiyorlardı. Ben kuyuyu seviyordum. Rutubetli, ıslak… Bir hayır gelmeyecek, karanlık kuyuyu.
                Aldattım elbet. Hem de çok kez. Ama kuyuyu değil. Kendimi. Diğerlerini. Kuyuyu değil. 

29 Mart 2012 Perşembe

Yük.


                Bekliyorum, zaman geçti üzerinden…
                Bitmedi elbet, biter mi?
                Nasıl bitecekti?
                Yoktan var ettim ama yok etmeyi bilemedim.
                Maviye saldım gitmedi,
                Yeşile koydum istemedi.
                Zamana verdim almadı…
                Benden başka çeken olmadı,
                Benden başka isteyen olmadı.
                İçim doldu, taştı.
                Sığmadı, yetiştiremedim.
                Yükü atayım üzerimden dedim,
                Gitmedi, kaldı.
                Uzattım elimi, tutmadı.
                Ne kıymet bildi,
                Ne de zamanında anladı.
                Toprağa koydum, geri attı.
                Sonbahara verdim, tükürdü.
                İlkbahar eski diye istemedi.
                Pazara verdim, uğraşamam;
                Pazartesi git başımdan dedi.
                Dağa, taşa haykırdım;
                Yankısı bile gelmedi.
                Taş gibi kaldı yüreğimde,
                Oturdu kaldı göğsüme…
                Bir sigara, bir sigara daha yaktım.
                Sigaralar tükendi o tükenmedi.
                Atarım elbet gözyaşları ile dedim.
                Gözyaşlarım dindi ama o gitmedi.
                Ne ister, neden orda bilemedim.
                Ne zaman ki aynada iki yüz görür oldum,
                Kabul ettim, gitmeyecekti.
                Acır mı?
                Acır elbet, acımaz mı?
                Kolay mı bir bedende o yükü taşımak.
                Yağmura kattım almadı,
                Güneşe koydum yakmadı.
                Benden başka çeken olmadı.
                Benden başka isteyen olmadı.
                Kıymet de bilmedi.
                Acır elbet, acımaz mı?

27 Mart 2012 Salı

Temizlik Günü!


                Erken kalktı o gün. Halletmesi gereken tonla iş vardı. Ev dağılmış, elini neye atsa altından bir parmak toz çıkar olmuştu. Son zamanlarda bir hayli yoğundu. Eve sadece uyumaya geliyor, yorgunluktan kendini eve nasıl attığını şaşırıyordu.
                Evi temizlemesi gerekliydi öncelikli olarak. Söylene söylene topladı kahvaltı sofrasını. Duyan dinleyen kimse yoktu, kendi kendine söyleniyordu. Üzerini değiştirdi. Üzerindekilere de çamaşır suyu bulaştırmak istemiyordu. Evde giydiği ne kadar kıyafet varsa üzerinde çamaşır suyu lekesi vardı zaten. Temizlik yaparken sürekli bir yerlerden üzerine bulaştırıyordu.
                Salondan başladı toparlamaya. Odaları geze geze yatak odasına kadar geldi. Neredeyse dolabındaki tüm kıyafetler ortalık yerde duruyordu. Yeni yıkadıklarını toplamış, yatağın ayakucunda duran minderin üzerine atmıştı. Kirlileri ise yerden, oradan buradan toplamaya başladı. Gidip makineye doldurdu. Önce renklileri yıkayacaktı, daha sonra beyazları, en sonda nevresimler ile havluları atacaktı.
                Yatağının nevresimini değiştirdi. Yenilerini sermeden önce elektrik süpürgesini aldı eline. Bazayı çekti, altını süpürdü. Kaldırdı içindeki eşyaları üstten bir düzenledi ve içini de süpürdü. Sonra yatağını kaldırdı yeni çarşafı geçirmek için. Bir iki tel saç takıldı gözüne… Kendi saçları değildi. Umursamadı, en azından öyle gözüktü. Çekti süpürge ile saç tellerini… Uzun, koyu renk…
                Geçirdi çarşafı yatağına. Oturdu bir ucuna, bir sigara yaktı. Yatağın başucundaki sehpanın üzerinde duran küllüğe uzandı. İçi bir tuhaf olmuştu. Onca zaman yatağa yapışıp kalan birkaç tel saç. Gitmeyi reddetmiş gibiydiler sanki. Hayatından kazıyıp atmış gibi hissediyordu.
                Sigarasını söndürdü. O sırada dolabın içinden sarkan kıyafetleri fark etti. İyiden iyiye sinirlenmişti artık kendine. İnsan yoğun çalışabilirdi lakin bu kadar da dağınık olmak zorunda değildi elbet. Tek tek çıkardı dolaptan kıyafetleri. Kışlıklar ile yazlıkları bile ayırmamıştı daha. Hepsi bir arada karman çorman duruyorlardı; iki kapılı, ahşap dolabın içinde.
                Eline geldiği gibi toplayıp ayırmaya başladı kıyafetleri. Kazakları bir yana diziyor, pantolonları bir yana. Tshirtler ve diğer yazlıkları da başka bir tarafa koyuyordu. Tam o sırada eline bir hırka aldı, baktı. Nereden çıkmıştı şimdi bu hırka? Bunca zaman sonra! Sinirlendi, söylene söylene kalktı oturduğu yerden.  Mutfağa doğru gitti, bir bardak su içti sakinleşmek için dönüp durdu olduğu yerde.
                Aklına onun için yemek yaptığı gün geldi birden. Tavuk sever misin diye sormuştu ama köfte yapmıştı. Yanında patates püresi biraz da salata. O gün keşfetmişti. Salatayı aynı şekilde seviyorlardı. Tüm malzemeler ince ince ve küçük küçük doğranmış olmalıydı. Bir keresinde salata yapmak için neredeyse yarım saatini harcayışı geldi aklına gülümsedi. Birden silindi suratındaki gülümseme. Neden hatırlıyordu tüm bunları? Bu kadar ayrıntıyı anımsamaya ne gerek vardı?
                Yok, bu böyle olmayacaktı. Salona geçti oturdu. Biraz sakinleşmesi gerekiyordu. Bir sigara daha yaktı. Gözü daldı o an karşısındaki koltuğa. Köşede duran masayı o kırmızı koltuğun önüne çeker film izlerlerdi. Bir keresinde Adam Sandler’ın bir filmini izlediler. Pek beğenmemişti filmi ama yine de o istedi diye izlemişti. Omzuna yaslanmış, elini tutmuştu filmi izlerken. Uykusu gelmişti ama çaktırmamaya çalışmıştı.
                Banyoya gitti elini yüzünü yıkamak için. Gözleri kızarmıştı hafiften, ağlamak istemiyordu. Yüzünü yıkadı. Kapının arkasındaki havluya uzandı. O an çamaşır makinesinin üzerinde duran, ortak kullandıkları gargaranın kutusu ilişti gözüne. Pembe.
                Dayanamıyordu artık. Evin her yerinden bir anı çıkıyor yavaş yavaş sinirleri bozuluyordu. Atmaya kıyamamıştı onca şeyi anısı var diye. O an anladı bunca zamandır evi neden temizlemediğini. Tozlarla beraber geçmişimi de örterim diye düşünüyordu. Kendi tozlarını kendi savurdu…

12 Şubat 2012 Pazar

Orda mısın?


               “Duramıyordu olduğu yerde. İçi kıpır kıpır. Kafasından sürekli şarkılar geçiyordu. Sadece melodisini bildikleri de vardı aralarında. Sözlerini hatırlamıyordu. Mırıldanıyordu o da. Yüzü gülüyordu nedensizce. Umursamadı uzunca süre. Seviyordu bu halini. Her yer, her şey daha da güzel görünüyordu gözüne.
                Her sabah kalkıyor, aynaya bakıyordu yüzünü yıkarken. Mutluydu. Gözlerinin içindeki gülümsemeyi kendisi bile görebiliyordu. İnsanlar “sende bir değişiklik mi var” diye sormaya başlamışlardı ona. Bir değişiklik vardı, belki de yoktu. O da emin değildi. Ama seviyordu. Sadece kendini değil. Kendinden başka birini sevmenin getirdiği mutluluğu yaşıyordu.
                Yemek yemek bile daha güzel bir aktiviteydi artık onun için. Her insanın hayatında olan sıradan şeyler onun için daha anlamlı bir hale gelmişti. Kendinden ayrı ama bir o kadar ona bağlı bir parça bulmuştu sanki yeryüzünde. Aynı şeyleri düşünüyor, aynı noktalarda buluşuyorlardı. Buluşamadıkları zamanlarda ise ortak bir çözüm yolu arıyorlardı birbirlerini kırmadan.
                Sarılmaktan hiç bu kadar haz almamıştı. Sımsıkı, doya doya sarılmak. Koklamak… Hiçbir şey daha güzel kokamazdı. Onun kullandığı parfümden almış, onun olmadığı gecelerde yastığına sıkmaya başlamıştı. Onsuz olsa bile kokusu olmadan uyumamak için. Kokusu olmayınca bir boşluk oluyordu ya içinde.
                Tarif edilemez bir ruh hali içerisindeydi.  “karnında kelebekler uçuşması” sözünü daha evvelde duymuştu ama hiç tecrübe etmemişti. Galiba o anı yaşıyordu. Onu düşünmeden geçirebildiği saniyesi yoktu…
                Hayatına dahil etti onu. Arkadaşları ile tanıştırdı. Sonra hayatına dahil oldu onun arkadaşları ile tanıştı. Geleceğine dahil etti onu. İçinde adı geçen planlar yapmaya başladı…
                Onsuz uyumak zor geliyordu. Onsuz uyanmak da… Coşuyordu her bir şarkıda, her bir şiirde… Seviyordu.”

                                                                              ******

                “ Hiç kalkası gelmedi yataktan. Sürünerek kalktı ama eninde sonunda. Yapması gereken işler vardı. Dün gece alkolü biraz fazla kaçırmıştı. Başı hala ağrıyordu. Midesinin bulantısı da cabası…
                Zar zor banyoya kadar gitti. Aynada baktı kendine. Saçı sakalı birbirine girmişti. Gözlerinde ışık kalmamıştı. Zaten uykusuzluktan göz altları morarmaya başlamıştı. Kafasından atamadığı o düşünce sürekli onu takip ediyordu. Önceleri sadece uyanıkken rahatsız ediyordu, sonraları uyurken de rahatsız etmeye başladı. Bu yüzden o da içmeye başladı. İçiyordu sızana kadar. Umursamıyordu başka bir şeyi. Zaten uykusunda bile rahat vermiyordu…
                Uzun zamandır müzik dinleyemiyordu keyfince. Müzik dinleyince içi cız ediyor, yüreği sızlamaya başlıyordu. Ruh hali hareketli şarkılara müsait değildi, diğerlerini de yüreği kaldırmıyordu. Ama arada hususi açıyordu birkaç şarkı, ağlamak için. İsimler belli, sözler belli… Mekan fark etmiyordu. Araba kullanırken, duştayken, oturma odasında televizyon izlerken… Ağlamaya başlıyordu… Mutsuzdu. Mutlu olamıyordu. Sanki önceden mutlu olan insan o değilmiş gibi… Nasıl mutlu olacağını unutmuştu.
                Kimseyi istemiyordu yanında. Kalabalıktan kaçıyordu. Hatta bir süre sonra insanların mutlu olması onu daha da rahatsız etmeye başladı.
                Gözleri onu arıyordu her yerde. Yoktu. Uyurken yatağın sol yanını hala boş bırakıyordu. Kedi gibi sağ köşeye sıkışıyordu. Zamanında o koksun diye parfüm sıktığı yatak artık onun için hapishaneden farksız bir hal almıştı. Yıkıyor, paklıyor ona rağmen kokusundan kurtulamıyordu. Mutlaka varlığını hatırlatacak bir şey buluyordu. Bir saç teli, bir hırka, bir atkı adı ne olursa…
                Birlikte bir şeyler yaptıkları mekanlara gitmiyor, gidemiyordu. Beraber yürüdükleri sokaklar bile ona dar gelir olmuştu artık.
                Kitap okumuyor, film izlemiyordu. Ruhu daralıyordu mutlu sonlardan. Mutsuz olanlar da. Kendi hikayesi yeterince acıklıydı. Başka hikayelerin içerisine dahil olmak istemiyordu...
                Uyuyor, uyanıyor aynı şeyi yaşıyordu. Bitmiyordu. Gitmiyordu…”

                                                                              ****

İnsanı bu iki farklı ruh haline aynı duygunun sokabilmesi ne ilginç. İyi misin, kötü müsün? Zehir misin, panzehir mi? Umut musun, hayal kırıklığı mı? Aşk. Sen gel deyince gelmez misin? Git deyince gitmez misin?  Adın geçince bir dönsen yüzünü. Bir görsek seni. Nasıl bir şeysin. Elle tutulmazsın, gözle görülmezsin. Saydam mısın? İçinden yara bere almadan geçip gitmek mümkün mü? Ya da girip çıkmamak? Varlığın dert, yokluğun dert. Ya varken de yoksun ya yokken de varsın. Bi deyiver. Sen bizden ne istersin?

8 Şubat 2012 Çarşamba

ALIŞIR HER İNSAN


Bazen güneş doğmaz.
Gece bitmez.  Bitsin istersin.
Bazen de gün bitmez. Görmek istemezsin güneşi.
Işığı gözünü aldıkça dünyan kararır.
Bazen kalabalıktan kaçmak istersin.
Yalnızlığa çekilmek…  Yalnızlıkta dinlenmek istersin.
Bilmezsin, kalabalığın içinde yalnız olduğunu.
Bazen gün başlamaz.
Pencereyi açıp temiz havayı içine çekmeye cesaret edemezsin.
Zor gelir, yaşadığını hissetmek.
Yaşadığını bilirsen her acın ayrı ayrı dokunur iliklerine. Bilirsin.
Kaçınırsın yaşamaktan, kaçarsın. Nereye kadar?
Bazen yaşadığını bilmeye ihtiyaç duyarsın.
Yürürsün yağmurda.
Her bir damla ile irkilirsin. Tüm hücrelerinde hissedersin.
Bazen yağmur nefes almaktan daha mühimdir yaşadığını bilmek için.
Bazen ağaçlar yeşil değildir, mevsim bahar olmasına rağmen.
Görmezsin, gözün yeşil aramaz.
Bazen yaprak hala canlıdır sana göre, sapsarı daldan düşmüş haliyle.
Düşene bir de sen vurmazsın; alır, elindeki kitabın arasına sıkıştırıverirsin.
Gün gelir korkarsın vapurdan. Vapur anıdır.
Denize bırakıp gittiklerin peşinden gelir diye.
Kaçarsın deryadan olabildiğince…
Gün gelir koşar yetişirsin vapura,
Denize bıraktıklarını toplamak için.
Çoktan gitmişlerdir. Bilemezsin yerlerini.
Kim bilir hangi akıntının kucağında,
Hangi denizin suyunda yüzüyorlar?
İstemezsin hiç kış gelsin.
Kış karanlıktır. Kar beyaz olsa bile kışı aydınlatmaz.
İnsanoğlu onu da kirletir.
Sonra alışırsın zamanla.
Bahar gelmesin istersin.
Değişim zordur, yoracaktır seni.
Kimin ihtiyacı var daha fazla güneşe?
Söylenirsin yaz gelsin diye bir ara,
Gelir, başlarsın o da gitsin diye beklemeye.
Birini seversin, sevilmezsin.
Biri seni sever, sevmezsin.
İnsanoğlu unutur,
Bir gün bekler ertesi gün adını anmaz olur.
Aydınlığı alıp gelir, karanlığı bırakır gider.
Yeşertir yapraklarını, sarıyı bırakır gider.
Beyaza döndürür tüm dünyanı,
Çamurunu bırakır gider.
Pencereyi açar, temiz hava dolar içine.
Sigara dumanını kokusuna katıp gider.
Ne yaparsan yap, olmaz.
İnsanoğlu unutur,
Bir gün sever, sonra sevdiğini unutup gider…

20 Ocak 2012 Cuma

Bilinmez.


Usulca doğruldu oturduğu yerden. Elindeki gazeteyi katladı, tozlu masanın üzerine bıraktı. Beli ağrımıştı, saatlerdir o sandalyenin tepesinde pinekliyordu. Gözlüğü burnunun ucuna kadar düşmüştü. Artık iyice rahatsızlık veriyordu. Çıkardı. Gömleğinin cebine koydu.
                Etrafa bir göz gezdirdi. Dağınık. Tozlu. Temizlememişti uzunca zamandır. Elini hiçbir şey e süresi yoktu. Yaşıyordu lakin sadece nefes alabildiği için. Azıcık bacakları açılsın diye koridorda birkaç tur attı. Mutfağa girdi. Bulabildiği tek temiz fincanda kendine sallama çay yaptı. Sevmezdi ya olsun. Demlemekle uğraşacak hali de yoktu.
                Geri döndü. Salonda, tam kapının karşısında, kitaplığın yanında duran koltuğuna kuruldu. Önce eline televizyonun kumandasını aldı lakin sonra vazgeçti. Açacaktı haberleri seyredecekti, sıkılacaktı. Zaten bütün gazeteyi hatmetmişti. Ne  gerek vardı bir de aynı haberleri televizyondan dinlemeye.
                Sehpada duran kitaba doğru çevirdi yüzünü, eline aldı kaldığı sayfadan okumaya başladı.
“ Yavaşça elimi uzattım ona doğru. Tutmayacaktı. Biliyordum. Tutmazdı. Hiç tutmamıştı. Korkuyordu. Onu seviyordum ve benden korkuyordu.
Yine de uzattım elimi. Kavrasın, sıksın, terli avuçlarını terli avuçlarım ile birleştirsin istiyordum. Yapmayacaktı biliyordum. Olsun yine de uzattım. Nefesini nefesime karıştırdığı zamanlar geriye dönüp baktığımızda çok da geçmiş sayılmazdı. Ne değişti? Hiç bilemedim.
Bakmadı. Görmedi. Duymadı. Sadece korktu. Hissettim. Gözleri donuktu. Ne kadar gereksizdi. Zamanında benden başka bir şeye bakamazdı. Dikkati dağılıp gözü kaydığında ise elimi daha bir sıkı tutar, sonra yine gözlerimin içine bakmaya devam ederdi.
Ne değişti? Neden bakmadı gözlerimin içine? Ne değişti, neden tutmadı ellerimi? Bilemedim hiç. Anlamadım. Neden korktu bu kadar benden?
Dayanamadım daha fazla bana bakmamasına. Elimi tutmamasına. Durduramadım kendimi, bir hamlede kavradım elini. Soğuktu. Buz gibiydi. Yine de ben sıcaklığını hissediyordum. Karşı koymadı. Direnmedi. Ama elimi sıkmadı da.
Yavaşça eğildim. Gözlerinin içine baktım. Bana bakıyordu ama görmüyordu. Yanına uzandım bende. Kolunu başımın altına aldım. Göğsüne yaslandım. Kalbi artık benim için atmıyordu ya da hiç benim için atmamıştı. Bilmiyordum. İnsan böyle bir şeyden nasıl emin olabilir ki? Beni gerçekten sevmiş miydi? Yoksa sadece seviyormuş gibi mi yapmıştı? Kafamı kurcalıyordu bunca soru. Baş edemez olmuştum.
Sormaya karar verdim. Aklımdan geçenleri tek tek soracaktım. Beni seviyor muydu? Hala benimle olmak istiyor muydu? Beni hiç sevmiş miydi? Duramadım sordum
-          Beni seviyor musun?
Cevap yok. Sessiz. Önceden böyle bir soru sorduğumda cevap vermek isteyip istemediğini anlardım. Derin bir nefes alırdı cümleye başlayacakmış gibi ama sonra tek bir ses çıkmazdı ağzından. Susardı. Ama bu sefer o derin nefesi de almadı.
-          Beni seviyor musun dedim!
Yine cevap yoktu. Sinirlendim. Hem kendime hem ona. Ama bağırmadım. Üzüldüm. Ağlayacak gibi oldum ama onun yanında ağlayamazdım.
-          Peki hiç mi sevmedin?
Tek bir sözcük çıkmadı ağzından. Gözlerim dolmuştu, kendimi zor tutuyordum. Ama ağlamadım. Ağlamayacaktım kendime söz vermiştim.
-          Neden susuyorsun?
Suskun. Ses seda yok. Başım göğsünde. Eli elimde. Soruyorum, susuyor. Gözlerine bakmaya bu sefer ben cesaret edemedim. Ne kadar kolay olmuştu? Çekip gitmişti, hiçbir şey olmamış gibi davranmıştı. Hâlbuki onca zaman hep söz vermişti, gitmeyeceğim demişti. Neden gitmişti?
Yavaşça kalktım yanından. Kolunu uzattım göğsünün üzerine. Eğildim, alnından öptüm. Gözlerine baktım son bir kez. Sağ avucumun içi ile kapattım gözlerini.
-          Seni seviyorum.
Sustu. Öylece yatıyordu. Boylu boyunca. Yine sustu. Nefes almıyordu, kalbi artık benim için atmıyordu. Sustu. İçeriden battaniye aldım, salonun orta yerinde boylu boyunca yatıyordu. Üşemesin diye üzerine örttüm.
Kolay mıydı acaba...”
Yavaşça kapattı kitabı. Düşündü. Kolay mıydı?
Ölüm tanımıyordu kimseyi. İsim bilmezdi. Rıza almıyordu. Canı nasıl isterse öyle davranıyordu. Renk ayırmıyor, dil bilmiyor, kadın erkek çocuk gözetmiyordu. Ne de olsa ölümün dini, dili, ırkı yoktu. Herkese eşit davranıyor diye sevinmeli miyiz? Kolay mıydı acaba ölmek? Ölü olmak… Her şeyden bir seferde sıyrılmak. Acıyor muydu? Acısa bile bitince hepsini unutuyor muydu insan? Kolay mıydı ölü olmak? Ölüm tek tek yoklarken tüm insanları, bilmek ama yokmuş gibi davranmak daha mı kolaydı yoksa? Herkes seni bilirken yokmuş gibi davranmaları. Kolay mıydı Ölüm olmak?

8 Ocak 2012 Pazar

Akşam Yemeği.


                İşten yeni çıkmıştı. Biraz erken çıkabilmek için izin almıştı. Hızlı adımlarla markete doğru gitti. Sabah kahvaltıdan sonra buzdolabının önünde dikilmiş eksikleri küçük bir kağıda not etmişti. Markete girdi. Biraz domates, salatalık aldı. Diğer eksikleri de tamamladıktan sonra kasaya doğru geçti. Sonra koşar adım evin yolunu tuttu.
                Güzel bir sofra hazırlaması gerekiyordu. Bugün birinci yıl dönümleri olacaktı. Üstünü başını değiştirip mutfakta aldı soluğu. Hemen aldığı malzemeleri dolaba yerleştirdi. Daha sonra başladı yemekleri yapmaya.
                En sevdiği yemekleri yapacaktı. Ne de olsa onların yıldönümüydü. Böyle bir günde onun için özel bir şey yapıyorsa eğer onun en sevdiği yemekler olmalıydı sofrada. Domatesleri rendeledi önce. Bir yandan da zaman ne kadar çabuk geçti diye düşünüyordu kendi kendine. Sanki daha dün gibiydi ilk tanıştıkları gün. Zaman. Hızlıydı. Ve aleyhine işliyordu. O nedenle direk domatesleri koydu tenceresine. Biraz kavrulduktan sonra un ekledi, iyice pişince robottan geçirdi çorbanın ana malzemesini, daha sonra terbiyesini kattı içine yavaş yavaş. Çorbası hazırdı.
                İlişkinin ilk günlerinde öğrenmişti domates çorbasını çok sevdiğini. Bayılıyordu. Gittikleri her restoranda, her yemekte domates çorbası sipariş ediyordu. Hemen peşinden tavuk sarma için çıkardı malzemelerini. Mantarlarını doğradı ince ince. Garnitürünü hazır almıştı, süzdü, konserve kokusu geçsin diye sudan geçirdi. Sonra açtı tavuklarını. Mantarlarını kavurdu, garnitürü içine kattı sonra başladı tavukların içine doldurmaya.
                Onu sevdiğini söylediği gün yemeğe gitmişlerdi. Çok özenmişti. Bundan yaklaşık 11 ay önce falandı. Orada tavuk sarma sipariş etmişti. Sırayla önce yumurtaya sonra galeta ununa batırdı tavukları.
                Ardından pirinci ıslattı. Mısırlı pilav yapacaktı. Sonrada tatlıya geçecekti. Sütlü tatlıları çok severdi. Bir paket margarini eritti önce, sonra ekledi 6 fincan unu. Un hafif kavrulunca süt ekledi. Sonra da 4 su bardağı şeker. Bir pakette vanilya. Yarım çay bardağı saf gül suyu. Kıvamına gelince döktü tepsinin dibine tatlısını. Sonra üzerini kakao, tarçın ve Hindistan cevizi karışımı ile süsledi. Koydu buzdolabına.
                Hemen salata malzemelerini çıkardı. Rokayı yıkadı güzelce, marul ile birlikte. İnce ince kıydı. Taze soğanları temizledi onları da yeşilliklerin arasına kattı. Kabuklarını soydu domates ve salatalıkların. Onları da ekledi salata malzemelerine. Zeytinyağı, kekik ve sarımsakla güze bir sos yaptı salatasına. Üzerine hellim peyniri rendeledi ve ceviz koydu. Pikniğe gittiklerinde öğrenmişti. Cevizi çok seviyordu. Hatta bir ağacın tepesine tırmanmıştı, yaş cevizler toplamak için. Hem de başkasının bahçesine izinsiz girmişti.
                Tek tek özenle sofraya taşıdı yaptığı yemekleri. Kenarları dantelli beyaz bir masa örtüsü sermişti. Sanki gelinliğin eteği gibiydi. Sonra kadehlerini, tabaklarını, yemeklerini yerleştirdi sofraya. Şamdanlarını aldı. Mumlarını yaktı. Geçti oturdu sofrasına.
                Açtı beyaz şarabı ve bir kadeh doldurdu kendine. Çorbadan bir kepçe koydu tabağına. Başladı yemeğe. Peşinden tavuk. Yanında pilav, salata. Sonra tatlı derken bir şişe şarabı bitirmişti.
                Yemek bitti. Çantasından çıkardığı süslü paketi açtı. İçinde bir kutu, kutunun içinde ise pahalı bir kolye vardı. Kolyeyi aldı, gözlerinin içi gülümsüyordu. Taktı boynuna. Çok mutlu olmuştu. Sofrayı öylece bıraktı. Bu güzel akşamda sofra toplamakla, bulaşıkla uğraşmak istemiyordu.
                 Yatak odasına gidip en güzel geceliğini giydi. Yatağın sol yanına uzandı ve uyudu. Bir yıldönümünü tek başına geçirmişti. Kendiyle, kalbiyle mücadelesini kaybedeli çok uzun zaman olmuştu. Umursamadı. Sabah kalktı gülümseyerek. Mutluydu. Kolyesini taktı boynuna. Kahvaltı etmedi. Hızlıca hazırlanıp çıktı evden. Kolyesinin rahat gözükebileceği, derin v yakalı bir elbise giymişti. Herkes görmeliydi. Ne kadar mutluydu. Sevdiği onu ne kadar çok SEVMİYORDU…

3 Ocak 2012 Salı

MASAL - bitti.


“Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde pireler berber develer tellal iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken... Babam düştü beşikten anam düştü eşikten. Yuvarlandı dere boyuna. Bir bakayım hele şu gelenin boyuna. O gelen atlı mıdır, asık suratlı mıdır? Yolları az eylemiş, Hızır taraflı mıdır?
                               Bundan uzun uzun zaman önce diyarın birinde bir oğlan yaşarmış. Bu oğlan bir evin bir oğluymuş. Annesi de babası da üzerine titrerlermiş. Annesi hep en sevdiği yemekleri pişirir, babası ne isterse almaya uğraşırmış. Oğlan hiç memnun olmazmış. Her şeye bir kusur bulurmuş. Yemekleri beğenmez, kıyafetlerini yırtarmış. Annesinin onu öpmesine izin vermezmiş. Babası saçını okşayamazmış. Kendini hiç mi hiç sevdirmezmiş.
                                Bir gün zavallı anneciği açmış ellerini tanrıya dua etmiş. “Ey büyük Allah’ım. Bu evladı sen verdin sen hizaya getir. Ne ettiysek olmadı. Bizi sevmez oldu, düşman belledi iyice” demiş. Kadıncağız uykuya zar zor dalmış o gece.
                               Ertesi gün oğlanı zar zor bir geziye çıkarmış babası. Ormana odun kesmeye giderken katmış onu da önüne. Oğlan hiç memnun olmamış bu durumdan. Sürekli söylenmiş durmuş. Adamcağız oğlanı yanına aldığına bin pişman olmuş. “Oğlum, istersen sen dolanmaya git. Benim işim daha uzar demiş.” Oğlan uflaya puflaya dolanmaya gitmiş.
                               İleride bir mağara gözüne çarpmış. Mağara merakla girmiş oğlan. İlerlemiş. Bir anda bir ışık görür gibi olmuş. Işığa doğru ilerlerken ayağı kaymış başlamış düşmeye bizim oğlan. Öyle bir düşmüş ki sanki dipsiz bir kuyudaymış.
                               Gözünü açtığında yoksul bir diyardaymış. Yerde yatıyormuş. Kimse kafasını çevirip bakmıyormuş. İnsanlar etrafından yürüyüp, gidiyormuş. Ayağa kalkmış üstü başı toz pislik içindeymiş. Karnı da iyiden iyiye acıkmış. Az biraz ilerlemiş. Bir fırın görmüş. Fırıncıya yanaşıp “karnım çok aç ama hiç param yok demiş.” Fırıncı da “paran yoksa burada ne işin var. git çalış be adam.” Demiş. Utana sıkıla gitmiş bir kapı çalmış. “merhaba ben tanrı misafiriyim. Karnım aç. Susuzum, kayboldum” demiş. Kapıyı açan kadın “git işine kardeşim tanımam etmem seni niye alayım evime” demiş. Az biraz daha yürümüş. Bir dükkana girmiş, dükkan sahibine memleketinin adını söylemiş ve nasıl gidebileceğini sormuş. Dükkan sahibi şaşkın şaşkın bakmış sonra da “ manyak mısın be adam. Burası dediğin yer zaten” demiş.
                                Dükkandan çıkınca fark etmiş bizim oğlan. Zaten kendi memleketindeymiş. Dosdoğru evine gitmiş. Kapıyı çalmış. Bir kadın açmış. Kadın annesiymiş. “anne ben geldim ne yemek var” demiş. “destur” demiş kapıdaki kadın “sen kimsin be?”. “anne benim ben. Oğlun. Tanımadın mı?” demiş oğlan şaşkın şaşkın. “hadi be ordan. Benim bir oğlum vardı. O da seneler evvel bizi koydu gitti. Ne aradı ne sordu. Öldü mü kaldı mı bilinmez. Utanmaz mısın be adam dalga geçmeye bu yaşta insanla.” Demiş. Daha sonra babasını beklemiş oğlan kapı önünde. Babası yoldan görününce koşmuş, sarılmış boynuna. Adam şaşmış kalmış. “naparsın be adam. Sende kimsin? Delendin mi?” demiş. “benim baba, benim oğlun” demiş bizim oğlan. “De git başımdan densiz deve. Yok benim oğlum falan” demiş adam ve omzundan itmesiyle yerle bir olmuş bizim oğlan.
                                Çaresiz çaresiz dolanırmış oğlan ortalarda. Çeşme başına gidip biraz su içmiş. Oturmuş, başlamış ağlamaya. Yoldan geçen sakallı adam gelmiş yanına. “neyin var evlat?” demiş adam. Oğlan bir bir anlatmış olanları. Adam çantasından bir parça ekmek çıkarmış. Uzatmış oğlana. “sevdiklerinin kıymetini anladın mı ya oğul, onlarsız bir hiçsin bildin mi?” demiş. “bildim, bilmez olur muyum?” demiş oğlan iç çeke çeke.
                                Ekmekten bir lokma ısırmış. Tüm dünyası dönmüş bir anda. Yerle bir bulmuş kendini. Gözünü açtığında babası yanındaymış. “kalk oğlum kalk. İyi misin ne oldu sana?” oğlan kalkmış yerden. Sarılmış babasının boynuna. Babası şaşmış kalmış oğlanın hallerine. Babasının kestiği odunları toplamış, almış kucağına babasına dönüp “ hadi eve gidelim baba, annem güzel yemekler yapmıştır.” Demiş. Eve gider gitmez sarılmış annesine. Öpmüş koklamış. Sevmek neymiş kaybedince anlamış…”

                               Masalımızda böyle güzel, mutlu bir sonla bitmiş. Adı üzerinde “ masal”. Gerçekte olmaz böyle şeyler. İnsanoğlu nankördür ya seversin tepene biner. Kıymet bilmez. Kaybedince aramaz. Doğruyu bulsa sevinmez. Hep vardır kendine meyli ama başkasına yüz dönmez. Sırt çevirir. Hep bir şeyleri ister lakin hiç tatmin olmaz. Sever, severse kavuşamaz acı çeker. Sevilir, kendisi sevmez acı çeker. Hiç tatmin olmaz insanoğlu. Hep daha fazlasını ister. Masallar gibi mutlu sonlar neredeyse hiç olmaz. Çünkü masallardakiler yaratılmış karakterlerdir. İnsanlar ise yaratılmış karaktersizler… Masallar hep uzak uzak diyarlarda geçer, o uzak diyarlara kimse gidemesin diye. Periler, cadılar, gerçek üstü olaylar vardır. Halbuki dünyayı daha gerçeküstü kılmıştır insanoğlu. İnanmayın bu dünyaya. Aslında masallar gerçek. İnanırsanız yazık edersiniz kendinize. Umutlarınızdan yana dönün yüzünüzü. İnanmayın bu dünyaya. İnanırsanız yalnızlık çekersiniz.


ps: iyi seneler!