14 Şubat 2017 Salı

YENİ BİR GÜN!

               Güneşin doğuşunu görmemişti uzunca zamandır. Sabahlara kadar oturuyor, gerekli gereksiz birçok işle uğraşıyordu ama güneşin doğuşunu görmemişti. Sadece sabah olduğunu fark ediyordu. Sabah oluyordu hala. Bazı insanların hayatlarında aydınlık günler başlıyordu. O ise melankolisini bölmeden sabah olduğunu fark edince odasına gidiyor; kalın kahverengi perdelerini çekiyor ve kendine yeni karanlıklar yaratıyordu. Uzunca zamandır sabahlıyordu ama bir kez bile balkona çıkıp yeni günü koklamayı, görmeyi denemedi. Ona göre günler yeni de olsa yeni şeyler getirmiyorlardı. İnsanlar uyanırken o uykuya henüz yeni dalmış oluyor ve insanların haber bültenlerini izlediği saatlerde kahvaltısını yapıyordu. İnsanların akşam yemeği yediği saatlerde o kahvaltı sonrası çay ve sigara keyfi yapıyordu. Bu bile iyiye işaret sayılırdı onun için. En azından hala bir şeylerin adını keyif ile birlikte anabiliyordu. Sigara ve çay.
                Bazı yerlerde hayatın başlıyor olması onu korkutuyordu. O da ortasından dalmayı tercih ediyordu. Tam yeni başlayacak olduğu zamanlarda da o gününü noktalıyordu. Yeni başlangıçlardan hoşlanmıyordu. Yeni birileriyle tanışmak gibi yeni bir günle tanışmak. Güneşi selamlamak ama içten içe de amacını sorgulamak. Kendi aralarında muhabbete başlayan kuşlara gülümsemek ama onlarında topluluğun arasında kendi içlerinde muhabbet eden bir avuç insandan farksız olduğunu düşünmek, sokakta gerinerek gezinmeye başlayan kedilerin ise kendilerini olduklarından daha farklı göstermeye çalışan insanlara benzediğini düşünmek… Yeni bir güne başlamak, yeni birileriyle tanışmak gibiydi onun için. Kaçınıyordu olabildiğince. Tanışsaydı ne olacaktı.
                Yine yeni bir güne “Merhaba” diyecekti. Sonrasında devamı gelecekti. Kuşları da selamlayacaktı, kedileri de… Görmezden gelemeyecekti en ufak ayrıntıyı bile. Başlarda mutlu edecekti yeni gün onu. Güneş ışıkları ile aydınlatacaktı hayatını, kuşlar şarkı söyler gibi muhabbet edecekti onunla… İnsanlar sokaklarda dolaşmaya başlayacaklardı. Kimi işe yetişme derdinde olacaktı, kimisi yeni haber aldığı akrabasının hastalığı için hastaneye koşuşturuyor olacaktı, kimisi bir cenaze evine gidiyordu belki de ya da bir düğün. Hepsi kendi derdine düşmüş bir sürü insanın arasından yürüyüp gitmek zorunda kalacaktı. Yeni gün bir sürü vaatte bulunacaktı sonra sorumluluk alıp vaatlerini yerine getirmesi gereken zamanda yerini geceye bırakacaktı. Getirdiği aydınlığı, kuşları, kedileri de kendisi ile birlikte götürecekti. Tekrar karanlıkta ve yalnız kalacaktı. Yeni günde bir önceki gibi hatta ondan da evvel ki gün gibi yalancı çıkacaktı.
                Ne gerek vardı onca zahmete girip yeni günü tanımaya. O hala eskisini yaşıyordu. Halinden de memnundu. Böylelikle anıları da onunla birlikte kalıyordu. Uyuyordu, uyanıyordu ama bir anı bile değişmiyordu. Hep aynı günü yaşıyordu. Yeni günü tanıyıp yeni yalanlara kanmaktansa, eski günün yalanlarını kendi içinde yaşıyordu, kendi yalanlarıyla birlikte. En azından gözü görmüyordu. Öyle ya, senelerce bu lafı duymuştu. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Olmuyordu. Hayatı boyunca öyle olmasını beklemişti ama hiç olmamıştı. Gözden ırak olan anca kalbe yara oluyordu. Birde zamanla geçer, zaman her şeyin ilacıdır diyenler vardı. O kişilerin ilaçla, zehir arasındaki farkı bildiğine dair derin şüpheleri vardı. Uzaklık kalbinde yaralar açıp, zaman zehriyle bunları büyütürken nasıl olur da bu sözlere inanabilirdi.
                Hem yeni gün olmayınca yeniden hayaller kurmasına, kendi kendine umutlanmasına da gerek kalmayacaktı. Yeni güne selam verirse o derece borçlu çıkacağını biliyordu çünkü. Yeni değerler inşa edecek, üzerine yeni emekler koyacak, yeni gün için değişmeye ona uyum sağlamaya zaman harcayacaktı. Sonra gün sıkılıp yerini geceye devredince de bütün her şeyini toplayıp başladığı noktaya dönecek ve her şeye sıfırdan başlayacaktı. Ne gerek vardı?  Yaşadığı gün için inşa ettikleri hazırda onu bekliyordu. O da hep aynı günü yaşıyordu.
                Çok da zor olmuyordu. Gazete okumuyordu, evden çıkmıyordu, haberleri seyretmiyordu zaten haberler onun kahvaltı saatine denk geldiği için iştah kaçırıcı olabilirdi. Aynı günü yaşamaya devam ediyordu. O gün onu bırakıp gideli çok zaman olmuştu ama o hala o günü yaşıyordu. O günün üzerine kurduğu hayallerle, umutlarıyla, verdiği emeklerle birlikte o gün olmadan yaşıyordu. O günü yaşıyordu onsuz da olsa. Yaşadıkça, nefes aldıkça daha fazla seviyordu o günü. Elinde tek kalan oydu.  Hala o günün getirdiği şarkıları dinliyordu onunla olan anılarını taze tutabilmek için. İçten içe o da biliyordu ya… Biliyordu ama dili varmıyordu söylemeye işte. O hala o günü yaşıyordu, o günün yokluğunda. Onsuz!


8 Şubat 2017 Çarşamba

MEKTUP

Şarkılar var; her zaman yanında, cebinde taşıdığı. Hiçbir zaman onu terk etmeyen şarkılar var. Ne zaman bir şey olsa çıkarıp zihninden tekrar tekrar dinlediği şarkılar var, gitmesine müsaade etmediği. Hep aynı şeyleri anlatan şarkıların, farklı dönemlerde farklı acılar için insana farklı duygular hissettirmesi ne kadar anlaşılmaz, ne kadar çözülemez.
O gün o şarkılardan bir liste yaptı kendine. Büyük salonun sağ köşesinde duran masanın üzerinde bilgisayarı açık duruyordu. Yanında bir kül tablası, çakmak ve sigara. Oturduğu, gittiği her yerde, evin her köşesinde ayrılmaz üçlü gibi olmuşlardı onun için. Sandalyesine kurulup sigarasından bir tane çıkarıp yaktı, bir nefes çekip önünde duran bilgisayara çevirdi kafasını önce. Şarkı listesine baktı, Salonun diğer yanına çevirdi kafasını pencereye doğru. Tülün arasından gözü seçti belli belirsiz gün batımını. Güneş gidecekti, gitmek üzereydi. Hava kararacaktı, gece başlayacaktı, karanlık gelecekti. Bundan rahatsız olmadığını fark etti birden bire. Önceden olsa bu onu rahatsız ederdi. Karanlığın içerisine çekiliyor, acısının içerisinde boğuluyor olurdu. Rahatsız olmuyordu artık karanlıktan, bitmez dediği geceler bitiyor, günler bitiyor, zaman bir şekilde geçiyordu. Halbuki geçmişte zamanı sonsuza kadar durdurmak istediği anlar olmuştu. Şarkılarla kilitleyebilirim sanmıştı o anları, şarkılara saklayabilirim sanmıştı ama olmamıştı. Zaman istese de istemese de geçiyordu ve o da buna bir şekilde ayak uydurmak zorunda kalıyordu.
Eşyaların yeri taşındığı günden beri aynıydı evin içerisinde. Hiçbir değişiklik yapmamıştı. Pencerenin önünde sabit duran küçük bir sehpa, sehpanın iki yanında tekli koltuklar, onları uzunlamasına takip eden iki kanepe, iki kanepenin arasında duran halı ve oturduğu masa. Ayağıyla halının ucuna dokundu, halının ucunu biraz kaldırdı. Sıkılmıştı aslında evin bu duruşundan. Bir yandan da içine bir rahatlık geldi. Bir tek değişmeyen o değildi. Evi de hiç değişmiyordu. Halbuki kendisini yıkıp yıkıp yeniden inşa etmeyi ne kadar çok denemişti. Ama evi hep öylece kalmıştı. Dağılmıştı, toplamıştı, dağılmıştı, toplamıştı, temizlemişti hem evi hem de kendini. Ama ev hep aynı kalmıştı. O niye değişecekti ki?
Bu sırada şarkı değişti. Peşi sıra yıllar yılı getirdiği şarkılardan bir tanesi daha çalmaya başladı. Bir çok anı canlandı bir bir gözünde. Yaşadığı bir çok şeyi anımsadı. Gülümsedi, üzüldü, gülümsedi, yine üzüldü. Değişmeyen şeylerin aslında ona bir şey katmadığını düşündü kendi kendine bir an. Ama sonra bunca anıyı yok sayamayacağını anladı ve gülümsedi kendi kendine. Böyle hissetmemesi gerekiyordu aslında. İçten içe kendisi de bunun farkında olsa da şu an kendini rahatlatan şeyleri düşünmeyi, doğru kabul etmeyi tercih ediyordu. Aslında insanın doğasında yok muydu bu? Doğruların sınırlarını hep kendimiz çizmedik mi? Gerektiği noktada başkası adına bu sınırları çizmekten, uygulamaktan geri durduk mu hiç? Durmadık, o da durmadı elbette. Kendini mutlu edecekti, mutlu olmalıydı, hak ediyordu…
Neden mutluluğu hak ettiğini düşündü kendi kendine. İnsanlara bir kötülük yapmıyordu. Aksine, herkese bir iyiliğim dokunsun diye çabalıyordu. Çabalıyor muydu? Durdu, düşündü, kendisiyle yüzleşmesi gerekiyor muydu? Cidden böyle biri miydi iddia ettiği gibi? Kimseyi zorlamıyor muydu istediği gibi olmaya?
O sırada masanın başına oturmadan çalıştırdığı su ısıtıcısının sesini duydu. Gitti mutfağa kendine bir fincan kahve yapıp geri geldi. Oturdu, bir sigara daha çıkardı, yaktı. Kahvenin kokusu ona oldum olası hep sigarayı hatırlatırdı. Sigarasından bir nefes daha çekti. İçi doldu, dertlendi. Bir şekilde içindekileri anlatması gerektiğini düşündü. Hızlı bir hareketle yerinden kalktı, iki tekli koltuğun arasında duran sehpanın üzerinden bir kalemle kağıt aldı, geldi masadaki yerine oturdu. Mektup yazacaktı, en güzel yolu bu olmalıydı. Sigarasından bir nefes daha çekip söndürdü. Önünde duran boş kağıda bakmaya başladı. Kalemi sağ elinde tutuyor, ara sıra çevirip oynuyordu. Nasıl başlayacaktı?

Sevgilim,
Ya da eski sevgilim, hala sevdiğim, sana nasıl hitap etsem bilmiyorum artık. Aslında acıtan yanlarından biri de bu oluyor ayrılığın. İsmini söylesem sanki yazan elime diken batacak, samimiyetsiz, soğuk. Ama sevgilim de diyemem ya. Değilsin. Değilsin, değil mi? Çünkü şu an çalan şarkı ‘çünkü ayrılık da sevdaya dahil, çünkü ayrılanlar hala sevgili’ diyor. Sevgili miyiz? Ayrıldık ama sevgili kalamaz mıyız, ben seni böyle kendi kendime sevmeye devam etsem ne olur ki? Neyse. Buldum. Ben şarkıya uyacağım her zaman yaptığım gibi. Duygusal olacağım.
Sevgilim,
Şimdi sen anlam veremeyeceksin elbette bunları okurken. Belki okumayacaksın. İstemeyeceksin okumayı. Belki de okuyamayacaksın bunları çünkü ben yazdıklarımı sana gösterme cesaretini bulamayacağım kendimde. Emin olduğum tek şey şu an bunların hangisinin olacağından emin olamadığım. Kararsızlığım baş gösteriyor.
Sevgilim,
Şimdi sana oturup hayatımın sensiz ne kadar boş ne kadar anlamsız olduğunu anlatmak istiyorum elbette. Ama yapmayacağım. Çünkü bu beylik laflar beni ne bir adım ileriye götürecek, ne de bir adım geriye. Biz olduramadık ya, inan bana bunun nedenlerini de anlatmak değil derdim. Aslında şu an bunları yazarken ‘Derdin ne?’ diye sorsan emin ol ki verilecek bir cevabım dahi yok.
Ben yine o şarkıları dinliyorum. Sana anlatmak istedim aslında neden o şarkıları dinlediğimi. Acı çekmek için değil, inan bana. O kadar bunaltmak istemiyorum, ne seni ne de kendimi. Sadece bilmek istedim ne hissedeceğimi. Acaba her şarkı bana seni anımsatacak mı ya da birlikte bir anımızı? Anımsattı. Ne yalan söyleyeyim işte o an biraz acı çektim. Her yerde, her şeyde seni hatırlamak şu an yapmak istemediğim ama yaptığım bir şey.
Ben aslında seninle çok mutlu olmak istemiştim. Ne kadar bencilce bir düşünce değil mi? Ben mutlu olmak istemiştim. Seni de çok mutlu etmek istediğimi anladığım anda bencilce düşünmeyi bıraktığımı fark ettim. Elimi taşın altına koydum, ne olsa yaparım dedim. İşte o an bencilliğimden, benliğimden az da olsa sıyrıldım. Bir ucundan tutup çekip götürmek istedim. Gittiği yerin burası olacağını da bilmiyordum elbette. Şimdi sen olmayınca sanki mutlu olmak istemiyormuş gibi hissediyorum bu yüzden, seni de mutlu edemiyorum. Ne kadar garip değil mi? Mutlu olmak istemediğim için mutsuz olup üzülüyorum.
Dedim ya bir ucundan tutup götürmek diye, işte orada ben sen de gelmek istersin diye düşündüm. Sen de elini taşın altına koyarsın diye düşündüm. Ama bütün bunları hep ben düşündüm. Uç deseler uçabilirdim. Uçmak kanat meselesi değil ki. Kanadı olan zaten uçar, cesaret lazım uçmak için. Ben cesaret edip saldım kendimi lakin sen kanatların çıksın diye bekledin. Uçamadın peşim sıra. Şimdi kendi kendine ‘Azıcık mantıklı düşün’ dediğini duyar gibiyim. Sesin geldi sanki kulağıma bir yandan da bunu düşünürken. Gülümsedim. Özledim de ama. Kokunu özlüyorum en çok biliyor musun? Sana arkadan sarılıp sol kolumu boynunun altından geçirip çenemi omzuna yaslayıp boynunu koklamayı özledim. Derin derin, içime çeke çeke. Halbuki ne kadar sıradan bir eylem haline gelmişti bu yaptığım. Her gece yatmadan kokluyordum. Bazen sen uyuyordun, farkında olmadan söylenip uyumaya devam ediyordun, ben de gülümseyip uykuya dalıyordum. O koku bir başka. Parfüm değil, senin tenin. Ben tanırım, bilirim.
Sevgilim,
Şimdi koşsam sana yine, gelip sarılsam, boynunu koklasam kucak açar mısın bana? Açmazsın muhtemelen. Ama yine de bil ki koşmamak için tek engelim bir iki kelime. Yeniden uçmamak için tek eksiğim biraz cesaret.
Sevgilim,
Ayrılık da sevdaya dahil mi? Ayrılanlar hala sevgili mi?”

Çalan şarkıyı değiştirdi. Son 20 dakikadır aynı şarkıyı dinliyordu başa sarıp sarıp. Kahvesi buz gibi olmuştu masanın bir kenarında. Mektubu dörde katlayıp bilgisayarın üzerine koydu, kahvesini aldı. Kalktı yerinden. Mutfağa gidip yenisini aldı, geldi. Pencerenin kenarına geçip sokağı seyretmeye koyuldu. Kafası yanında duran sehpaya takıldı. Orada güzel durmuyordu. Nereye koysaydı acaba o sehpayı?