Uzun uzun
yıllar önce uzak bir diyarda bir oğlan yaşarmış. Bu oğlan bir başına, kasabanın
dışında, uçurumun kıyısında duran bir deniz fenerinde yaşarmış. Deniz fenerinin
bekçiliğini yapmakmış bu oğlanın işi. Arada sırada kasabaya iner, kendisine bir
iki hafta yetecek yiyeceğini, sessiz sedasız, esnaf dışında kimse ile konuşmadan
alır, deniz fenerine geri dönermiş.
Uzunca bir
zaman kasabada çocukla alakalı bir sürü dedikodu çıkmış. “Delirdi” diyorlarmış
oğlanın ardından. “Kimsesi kalmayınca kendini dağlara taşlara vurdu”
diyorlarmış. Kimseye rahatsızlık vermeyen bu garip çocuğun bile arkasından
konuşur olunmuş kasabada. Dedikodu başını alıp yürümüş. Kulaktan kulağa bir bir
herkes konuşur olmuş. “Fenerci oğlan delirmiş” diye dedikodu edenler bir süre
sonra kendileri de inanır olmuşlar söylediklerine, bir ağızdan çıkan bin ağza
yayılmış. Yayılmış yayılmasına ama birin üstüne bin katılmış. “Fenerci iyiden
iyiye delirmiş, geceleri ormanda bir başına gezermiş… Fenercinin kafa iyice
gitmiş, geçenlerde yoldan geçenlere saldırmış…” gibi bir sürü yalan dolan demiş
ahali oğlanın ardından. Anneler çocuklarını uyarırmış Fenerciyi görürlerse
kaçsınlar diye. Böyle böyle kimse konuşmaz olmuş oğlanla. Oğlan da kimseyle
konuşamamış. Bir iki kelam edecek kimsesi kalmamış geriye.
Bir gün
kasabadan dönmüş erzaklarını alıp. O gidip dönene kadar vakit akşam olmuş. Hava
yavaştan kararmaya başlamış. Bir an evvel gidip geç olmadan aldıklarını yerleştirip işinin başına geçmesi gerekirmiş oğlanın. Ne de olsa yol gösteren
oymuş geceleri gelip geçen gemilere…
Erzak
çuvalını yüklenmiş sırtına. Bir bir çıkmış deniz fenerinin merdivenlerini. Aldıklarını yerleştirmiş özenle. Yaşadığı yer küçük mü küçük, kutu kadar bir
yermiş. Çok da uzun sürmemiş işi. Kendine biraz ıhlamur kaynatmış. Ihlamurunu da
yanına alıp çıkmış fenerin olduğu kısma.
Havanın
iyice karardığından emin olunca yakmış feneri. Elindeki ıhlamuru gidip
tazelemiş. Oturmuş camın önüne denizi izlemeye koyulmuş. Gelip geçen hiçbir
gemi yokmuş o gece. Sadece dalgalı deniz.
Birden bir
karartı görmüş fenerin aydınlattığı kısımda. Bir gemi mi geliyor acaba diye
düşünüp cama doğru iyice sokulmuş. Sadece karartı seçiliyormuş. Fenerin ışığı o
yana düştüğünde görülen bir karaltı, aydınlığın içinde. Nefesinden buğulanan
camı kolu ile silip yeniden sokulmuş. İyice bakmaya çalışmış yaklaşan
karartının ne olduğunu anlamak için.
Fenerin
ışığı o yana vurdukça gözlerini dört açıyor, karartının olduğu yöne doğru
bakıyormuş. Birden bire karartı yok olmuş ortalıktan. Ne olduğunu anlayamamış Fenerci.
Dışarı çıkıp bakmak istemiş ama gecenin karanlığında bir şey göremeyeceğini
düşünmüş. Tekrar tekrar bakmış aynı noktaya ama yine de bir şey görememiş.
Hayal gördüğünü düşünüp yatıp uyumuş.
Ertesi gün
yine aynı saatte, koltuğuna kurulup denizi izlemeye başlamış. Yine aynı
noktada, deniz fenerinin ışığı vurdukça beliren bir karartı görmüş Fenerci. Bu
sefer dışarı konuş birden bire yerinden fırlayıp. Karartının gerçek olduğunu
gözleriyle, yakından görmek istemiş. Uzaktan hiçbir şeye benzetememiş karartıyı
Fenerci. Bağırmak istemiş ama rüzgarın ve dalgaların sesinden kimsenin onu
duymayacağını fark edip susmuş. Bir anda bir ses duymuş Fenerci. “Gel” diyormuş
ses “Bana gel. Yalnızlığına ortak olurum elbet senin. Sen yeter ki bana gel.”
Tüm gücüyle
bağırmış Fenerci “Kim var orada?” diye. Cevap gelmemiş. Tekrardan fenerin ışığı
o tarafı aydınlattığında yok olmuş karartı…
Sabah ilk
iş kasabaya gitmiş Fenerci. Olanları birine anlatıp birine sormak istemiş neler
olup bittiğini ama kasabaya varınca fark etmiş ki kimse ondan yana yüz
çevirmiyor. Kadınlar verandalarından evlerine geçip kapıları kilitliyorlar.
Sokakta yürüyenler ondan yana gelince yollarını değiştiriyorlar. Kime sorsam
kimse anlatsam diye düşünmüş düşünmüş ama işin içinden çıkamamış.
Kasaba
meydanına vardığında artık kimse kalmamış sokaklarda. Onu gören kapısını
bacasını kapatıp evine giriyormuş. Meydandaki çeşmenin yanında dikilmiş bir
süre, etrafına bakmış lakin hiç kimseyi görememiş Fenerci. Ağzının kuruduğunu
fark edip çeşmeye doğru eğilmiş. Bir anda ardında beliren gölgeyi fark edip
doğrulmuş Fenerci. Arkasında yaşlı, hafiften kambur, kırışık yüzlü bir kadın
belirmiş. Elinde bir değnek varmış kadının. Gözleri küçük ve kısıkmış. Fenerci
yaşlı kadının gözlerinin görmediğini fark etmiş. “Yardım edeyim mi?” diye
sormuş kadına. Kadın ses etmeden yavaşça elindeki küçük kabı uzatmış. Çocuk
kabı önce çalkalayıp sonra doldurup kadına uzatmış. Kadın çeşmenin başındaki
betona oturmak için değneği ile yolunu bulmuş, gidip oturmuş. Çocuğun uzattığı
suyu bir dikişte içmiş. Yaşlı kadın eliyle işaret etmiş Fenerciye. Fenerci de
geçip kadının yanına oturmuş.
Kadın hiç
ses etmeden beklemiş Fenerci bir şey söylesin diye. Fenerci tam ağzını açacak
olmuş ki yaşlı kadın başlamış konuşmaya. “Ne aradığını bilirim. Neden aradığını
da. Lakin bulması zordur. Ne istersen, ne dilersen elde edersin elbet,
çabalamak gerek. Dilediğin şey Kara Ormanın derinindeki mağaradadır. Oraya var.
Yolun varır da gidersen, gözün görür de bakarsan bulursun” demiş yaşlı kadın. Fenerci
yerinden doğrulmuş. Yaşlı kadına yardım etmek için arkasını döndüğünde kadını
görememiş. Kadın adeta yok olmuş.
Şaşkınlıktan
ne yapacağını bilemeyen Fenerci evine doğru yol almış. Eve vardığında kadının
söylediklerini düşünmüş ve yola düşme kararı almış. Evinden çıkmış koyulmuş
yola.
Kara Ormana
varmak için az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş… Yolda gördüğü kim varsa
sormuş, soruşturmuş sonunda ormanı bulmuş. Lakin orman adının hakkını verir
cinstenmiş. Uzaktan bakmak bile Fenerciyi korkutmaya yetiyormuş. Uzun uzun
ağaçların nerede bittiğini söylemek çok da mümkün değilmiş. Sanki göz
alabildiğine uzanıyorlarmış Fenercinin önünde. Bir cesaret sürmüş atını ormanın
içine. Gittikçe gitmiş, ormanın derinliklerine doğru. İlerledikçe ağaçlar
sıklaşmış, havanın aydınlığı yerini ağaçların gölgelerine bırakmış. Ormana
gireli baya vakit olmuş ama daha ne bir mağara ne de mağara çıkacak bir yol,
bir patika görmüş Fenerci. En sonunda durmuş. Bir ağacın dalına atını bağlamış,
yüksekçe bir taşın dibine oturmuş. Azığını açmış, içinden bir elma çıkarmış.
Elmayı yere koymuş, matarasına uzanmak için o sırada elma yuvarlanıp büyük
taşın altındaki bir deliğe girmiş. Elmayı almak için elini soktuğunda elma daha
da ileri gitmiş ve bir süre sonra elmanın sekerek düştüğünü duymuş Fenerci.
Taşın öbür yanına doğru gitmiş ne olduğunu görmek için.
Taşın diğer
tarafının bir giriş olduğunu fark etmiş. Aşağı, karanlığa doğru inen uzunca bir
merdiven görmüş. Atının yanına gidip oradan gaz lambasını alıp yakıp aşağı
doğru inmeye başlamış. Hiç bitmeyecek sandığı o merdivenler bir anda bitmiş ve
geniş bir odaya açılmış. Dikkatlice duvardan yana yürüyen Fenerci duvarda bir
adet meşale olduğunu görmüş ve lambanın aleviyle meşaleyi yakmış. Bir anda
odanın her bir yanındaki meşaleler alev almış ve içerisi aydınlanmış. Oda
sandığı yer aslında uzunca bir koridormuş. Diğer uca varmak için yürümüş de
yürümüş Fenerci. Yürürken bir yandan duvardaki işlemeler dikkatini çekmiş, taşa
bir bir, özenle oyulmuş desenler süslüyormuş duvarları. Diğer uca vardığında
genişçe bir kapı ile karşılaşmış. Kapıyı açmak için bir hışım yüklenmiş kapıya.
Kapı gürültülü bir şekilde gıcırdamış ve ancak aralanmış. Bir kez daha
yüklenmiş tüm kuvvetiyle. Bu sefer geçebileceği kadar aralamış kapıyı.
Kapının
ardı karanlıkmış. Elindeki meşale ise ancak gözünün ucunu görmesine yetecek
kadar aydınlatıyormuş odayı. Yine duvardan yana gitmiş meşaleleri bulmak için
ama bu sefer duvarlarda meşaleleri bulamamış. Tam iyice duvara yanaşmışken
ayağı boşluğa denk gelmiş bir anda Fenercinin ve ayağının altındaki taş yere
doğru çökmüş. Birden o hizadaki bütün taşlar yere doğru çökmeye başlamış ve
suyolu gibi bir yol oluşturmuşlar. Bu yola bir anda gaz yağı dolmaya başlamış. Fenerci
elindeki meşaleyi gaz yağına doğru tutmuş. Birden bütün oda aydınlanmış. Dört
bir duvarın dibinden aydınlık yükselmiş. Fenerci ne olduğunu anlamaya
çalışırken kalın, tok bir ses duyuvermiş. “Kim var orada?” diye sormuş ses.
Korkudan cevap verememiş Fenerci. Bir kez daha sormuş aynı soruyu derinden
gelen ses. Fenerci bir kez yutkunup cümlesine başlamak üzereyken “ben…”
demesiyle birlikte ses “Yaklaş” diye kükremiş.
Fenerci
sesin geldiği duvara doğru yanaşmış. Duvar ortadan ikiye ayrılmış ve duvarın
içinden bir dev çıkıvermiş. Fenerci devden uzak durabilmek için geriye çekilmiş.
Dev homurdan homurdana bir adım atmış. Sonra avucundaki kâğıdı Fenercinin önüne
atıp git diye bağırmış. Fenerci kâğıdı yerden almış ve başlamış koşmaya.
“Aradığını bulmuşsun, daha fazla arama” diye seslenmiş dev arkasından ama Fenerci
tek solukla bütün yolu koşmuş taa merdivenlerin başına kadar. Merdivenleri de
hızlıca çıkıvermiş. O kadar korkmuş ki kalbi göğsünden fırlayacak sanmış.
Atının
yanına geri gelip oturmuş. Devin kendisine verdiği kâğıdı açmış. Bir de ne
görsün, bir harita. Kara ormanın her ucunu birleştiren orta yerindeki gölde bir
adayı işaret ediyor. Fenerci direkt atına atlamış ve başlamış dörtnala gitmeye.
Bir süre sonra gölün kıyısına
varmış Fenerci. Atını bir ağaca bağlayıp kıyıya doğru yürümüş. Adaya nasıl
geçeceğini düşünmeye başlamış. Oturmuş, devin kendisine verdiği haritayı açmış
ve bir kez daha incelemeye koyulmuş. Ne bir iskele, ne de bir bot görünüyormuş
etrafta. Harita da hiçbir iz yokmuş adaya nasıl gidileceğine dair. Oturmuş
gölün kıyısına, taş sektirmeye başlamış Fenerci adaya nasıl geçeceğini
düşünürken. Uzunca bir süre taş sektirmiş oturduğu yerde. Birden eline bir taş
gelmiş. Taş bembeyazmış, tuz gibi. Önce öylesine bir bakmış, incelemiş. Sonra
omuzlarını silkmiş ve atmış taşı gölün üzerine. Taşın suya değmesiyle yer şiddetli
bir biçimde sarsılmış kısa bir süre, sonra durmuş. Fenerci ne olduğunu
anlayamamış. Taş aldığı yere bakıp aynı attığı taşa benzeyen iki tane daha taş
görmüş. Onları da alıp tek tek atmış suyun içine. Üçüncü taşı atmasıyla
birlikte sarsıntı iyice şiddetlenmiş ve suyun içerisinden dar, taş bir köprü
çıkmış. Fenerci hızlıca yerinden doğrulup adanın olduğu tarafa doğru koşmaya
başlamış ama köprü o kadar darmış ki bir süre sonra yavaşlamak zorunda kalmış.
En sonunda güç bela da olsa adaya varmış. Kıyıya adımını atmasıyla köprü yok
olmuş ve köprünün ayağının değdiği yerde göle attığı üç beyaz taş belirmiş.
Onları alıp cebine koymuş Fenerci. Ve ağaçların arasında yürümeye başlamış.
Bir müddet yürüdükten sonra
birinin şarkı söylediğini duymuş ve sesin geldiği yöne doğru yürümeye başlamış.
Küçük tahta bir kulübe çıkmış karşına. Kulübenin arka tarafından geliyormuş
ses. Yavaşça kulübenin yanına doğru yanaşmış ve arka tarafa doğru kafasını
uzatmış. İpteki çamaşırlar kendi kendine katlanıyor ve sepete diziliyormuş,
kimseyi görememiş Fenerci. Gözlerini ovalayıp bir kez daha bakmış. İyice
eğilmiş bakmak için. Bu sırada ayağı bir taşa takılmış ve taş çamaşırların
olduğu tarafa doğru yuvarlanmış. Şarkı bir anda durmuş ve şarkıyı söyleyen ses
“Kim var orada? Göster yüzünü!” diye bağırmış. Fenerci şaşkın bir şekilde bir
adım öne çıkmış ama kime ve neye doğru bakması gerektiğini bilmiyormuş. “Sen
miydin?” demiş ses. Çamaşır sepetinin olduğu tarafta, kulübenin duvarında asılı
olan siyah başlıklı bir pelerin birden hareketlenmiş ve biri onu giymeye
başlamış. Fenerci şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibi olmuş. Ortalıkta hiç
kimseler yokken bir anda pelerinin içerisinde güzel mi güzel bir kadın
belirmiş. Fenerci sessizce kalakalmış olduğu yerde. Kadın Fenerciye doğru
yaklaşıp pelerinin cebinden beş tane tohum çıkarmış. “Bu tohumları alıp deniz fenerinin
doğuya bakan yanına ek, ama ekerken aralarında birer metre aralık bırak” demiş
ve kulübeye girmiş. Fenerci olduğu yerde dikiliyormuş. Kadın kulübenin küçük
camını açıp “Ee hadi git artık” deyip gülmüş.
Fenerci koşa koşa uzaklaşmış
kulübeden. Gölün kıyısına gelince yine taşları birer birer suyun içine atmış ve
taş köprüden geçmiş karşıya. Atına binip dosdoğru evinin yolunu tutmuş.
Ben diyeyim bir gün siz diyin on
gün sonra Fenerci varmış evine. Kapıyı bile görmeden ilk iş deniz fenerinin
doğu tarafına dönmüş yüzünü. Koşup duvara dayalı küreği almış başlamış
tohumları ekmeye birinciyi ekmiş, bir metre arayla ikinciyi derken hepsini
ekmiş tohumların ve can sularını da vermiş. Sonra başlamış beklemeye.
Günler günleri, haftalar
haftaları, aylar ayları kovalamış. Fenerci tohumlara gözü gibi bakmasına rağmen
bir tanesi bile yeşermemiş, filizlenmemiş. Tohumlardan bir iş çıkmadığı gibi
günlerce, gecelerce beklediği o karartıyı ne bir daha görmüş, ne de bir daha o
karartının içerisinden kendini çağıran sesi duymuş.
Günlerden bir gün Fenerci
kasabanın yolunu tutmuş erzak almak için. Fenercinin uzunca bir süre ortadan
kaybolduğunu duyan insanlar onun arkasından ettikleri dedikoduları iyice
abartmış, Fenerci öldü demeye varana kadar bir sürü yeni söylenti çıkarmışlar. Fenerci
başı önde kimseye ses etmeden dükkânlara girip bazılarından boş elle,
bazılarından bir iki kese kâğıdı ile çıkmış. Heybesine doldurmuş aldıklarını.
Çeşmenin başına gelip biraz su içmek için eğilmiş çeşmeye. Ardını döndüğünde
kendisini Kara Ormana gönderen yaşlı kadını görmüş Fenerci. Fenerci daha ağzını
bile açamadan yaşlı kadın “Aldın mı tohumları, ektin mi?” diye sormuş. Evet der
gibi başını sallamış Fenerci meraklı gözlerle. Yaşlı kadın cebinden bir şişe
çıkarıp vermiş Fenerciye. “Bu şişeyi al, bütün tohumların bugün dibini kaz,
sonra da bu şişedekini eşit beş parçaya bölüp tohumlara dök” demiş. Fenerci
şişeye bakarken kadın ortadan yok olmuş.
Hızlıca evine gitmiş Fenerci.
Yaşlı teyzenin dediği gibi bütün tohumların dibini kazıp verdiği şişedeki suyu
beş parçaya bölüp hepsine dökmüş. Başlamış beklemeye.
Ertesi sabah uyanıp koşarak
bahçeye inmiş Fenerci. Bir de ne görsün! Uğruna onca macera yaşayıp ne
umutlarla ektiği o tohumların olduğu yerlerden beş tane ayrık otu bitmiş.
Sinirinden olduğu yerde zıplamış, bağırmış. Koşa koşa merdivenleri çıkıp evine
girmiş. Oturmuş hıncından ağlamış.
Gece yine ıhlamurunu eline almış
ve oturmuş camın karşısına. Denizi izlerken oturduğu yerden deniz fenerinin
aydınlığının vurduğu bir noktadan yine aynı karartıyı görmüş. Karartı giderek
yaklaşıyormuş. Fenerci bir hışımla koşmuş dışarı. “Kim var orada?” diye
bağırmış. Cevap yok. Karartı giderek yaklaşmış ve bir insan siluetine bürünüp
dikilmiş Fenercinin karşısına, bir gölge. Gölge ayrık otlarının olduğu yana
doğru gitmiş. Bir bir eğilip hepsine bir şeyler fısıldamış ve sonuncuya da
fısıldadıktan sonra, geçip hepsinin rengârenk goncaları olan gül fidelerine
dönüşmesini izlemiş. Şaşkınlıkla gölgeye ve fidelere bakan Fenerci mutluluktan
ağlamaya başlamış. Uğruna onca uğraş verdiği, o kadar hayalini kurduğu tohumlar
en sonunda işe yarar bir hale gelmiş.
Gölge oracıkta sarmış Fenerciyi.
Sıcacık bir yatak gibi. Fenerci mutluluk ve yorgunlukla uyuyakalmış.
Sabahın ilk ışıkları ile uyanmış Fenerci.
Uzunca süredir bulamadığı huzuru bulmuş gibi mutlu bir şekilde, gülümseyerek.
Sonra bir anda ne kadar üşüdüğünü fark etmiş. Kafasını gül fidelerinin olduğu
yöne doğru çevirmiş. Fideler yok, yerlerinde yine ayrık otları var. Sinirden
gidip hepsini sökmeye çalışmış tek tek ama kökleri çok derine iniyormuş.
Hırsından gidip orakla hepsini kesmiş. Arkasını döndüğünde tekrardan bitmiş
ayrık otları budadığı yerden. Çaresizce oturup ağlamış Fenerci, yapacak hiçbir
şeyi olmadığı için.
Sonra geceler, günlerce,
haftalarca, aylarca beklemiş Fenerci camın önünde aynı gölgenin gelmesini. Ne
gelen olmuş, ne giden… Gitmiş, bakmış, aramış, sormuş… Ne yaşlı kadını
bulabilmiş, ne devi ne de kendisine tohumları veren güzel kadını… Kendi ektiği
bitmek bilmeyen, sonu gelmeyen ayrık otlarını biri gelip gonca güllere
dönüştürsün diye beklemiş Fenerci… Kimse ne kadar beklediğini bilmemiş…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder