27 Kasım 2014 Perşembe

DENİZ FENERİ

            Uzun uzun yıllar önce uzak bir diyarda bir oğlan yaşarmış. Bu oğlan bir başına, kasabanın dışında, uçurumun kıyısında duran bir deniz fenerinde yaşarmış. Deniz fenerinin bekçiliğini yapmakmış bu oğlanın işi. Arada sırada kasabaya iner, kendisine bir iki hafta yetecek yiyeceğini, sessiz sedasız, esnaf dışında kimse ile konuşmadan alır, deniz fenerine geri dönermiş.
            Uzunca bir zaman kasabada çocukla alakalı bir sürü dedikodu çıkmış. “Delirdi” diyorlarmış oğlanın ardından. “Kimsesi kalmayınca kendini dağlara taşlara vurdu” diyorlarmış. Kimseye rahatsızlık vermeyen bu garip çocuğun bile arkasından konuşur olunmuş kasabada. Dedikodu başını alıp yürümüş. Kulaktan kulağa bir bir herkes konuşur olmuş. “Fenerci oğlan delirmiş” diye dedikodu edenler bir süre sonra kendileri de inanır olmuşlar söylediklerine, bir ağızdan çıkan bin ağza yayılmış. Yayılmış yayılmasına ama birin üstüne bin katılmış. “Fenerci iyiden iyiye delirmiş, geceleri ormanda bir başına gezermiş… Fenercinin kafa iyice gitmiş, geçenlerde yoldan geçenlere saldırmış…” gibi bir sürü yalan dolan demiş ahali oğlanın ardından. Anneler çocuklarını uyarırmış Fenerciyi görürlerse kaçsınlar diye. Böyle böyle kimse konuşmaz olmuş oğlanla. Oğlan da kimseyle konuşamamış. Bir iki kelam edecek kimsesi kalmamış geriye.
            Bir gün kasabadan dönmüş erzaklarını alıp. O gidip dönene kadar vakit akşam olmuş. Hava yavaştan kararmaya başlamış. Bir an evvel gidip geç olmadan aldıklarını yerleştirip işinin başına geçmesi gerekirmiş oğlanın. Ne de olsa yol gösteren oymuş geceleri gelip geçen gemilere…
            Erzak çuvalını yüklenmiş sırtına. Bir bir çıkmış deniz fenerinin merdivenlerini. Aldıklarını yerleştirmiş özenle. Yaşadığı yer küçük mü küçük, kutu kadar bir yermiş. Çok da uzun sürmemiş işi. Kendine biraz ıhlamur kaynatmış. Ihlamurunu da yanına alıp çıkmış fenerin olduğu kısma.
            Havanın iyice karardığından emin olunca yakmış feneri. Elindeki ıhlamuru gidip tazelemiş. Oturmuş camın önüne denizi izlemeye koyulmuş. Gelip geçen hiçbir gemi yokmuş o gece. Sadece dalgalı deniz.
            Birden bir karartı görmüş fenerin aydınlattığı kısımda. Bir gemi mi geliyor acaba diye düşünüp cama doğru iyice sokulmuş. Sadece karartı seçiliyormuş. Fenerin ışığı o yana düştüğünde görülen bir karaltı, aydınlığın içinde. Nefesinden buğulanan camı kolu ile silip yeniden sokulmuş. İyice bakmaya çalışmış yaklaşan karartının ne olduğunu anlamak için.
            Fenerin ışığı o yana vurdukça gözlerini dört açıyor, karartının olduğu yöne doğru bakıyormuş. Birden bire karartı yok olmuş ortalıktan. Ne olduğunu anlayamamış Fenerci. Dışarı çıkıp bakmak istemiş ama gecenin karanlığında bir şey göremeyeceğini düşünmüş. Tekrar tekrar bakmış aynı noktaya ama yine de bir şey görememiş. Hayal gördüğünü düşünüp yatıp uyumuş.
            Ertesi gün yine aynı saatte, koltuğuna kurulup denizi izlemeye başlamış. Yine aynı noktada, deniz fenerinin ışığı vurdukça beliren bir karartı görmüş Fenerci. Bu sefer dışarı konuş birden bire yerinden fırlayıp. Karartının gerçek olduğunu gözleriyle, yakından görmek istemiş. Uzaktan hiçbir şeye benzetememiş karartıyı Fenerci. Bağırmak istemiş ama rüzgarın ve dalgaların sesinden kimsenin onu duymayacağını fark edip susmuş. Bir anda bir ses duymuş Fenerci. “Gel” diyormuş ses “Bana gel. Yalnızlığına ortak olurum elbet senin. Sen yeter ki bana gel.”
            Tüm gücüyle bağırmış Fenerci “Kim var orada?” diye. Cevap gelmemiş. Tekrardan fenerin ışığı o tarafı aydınlattığında yok olmuş karartı…
            Sabah ilk iş kasabaya gitmiş Fenerci. Olanları birine anlatıp birine sormak istemiş neler olup bittiğini ama kasabaya varınca fark etmiş ki kimse ondan yana yüz çevirmiyor. Kadınlar verandalarından evlerine geçip kapıları kilitliyorlar. Sokakta yürüyenler ondan yana gelince yollarını değiştiriyorlar. Kime sorsam kimse anlatsam diye düşünmüş düşünmüş ama işin içinden çıkamamış.
            Kasaba meydanına vardığında artık kimse kalmamış sokaklarda. Onu gören kapısını bacasını kapatıp evine giriyormuş. Meydandaki çeşmenin yanında dikilmiş bir süre, etrafına bakmış lakin hiç kimseyi görememiş Fenerci. Ağzının kuruduğunu fark edip çeşmeye doğru eğilmiş. Bir anda ardında beliren gölgeyi fark edip doğrulmuş Fenerci. Arkasında yaşlı, hafiften kambur, kırışık yüzlü bir kadın belirmiş. Elinde bir değnek varmış kadının. Gözleri küçük ve kısıkmış. Fenerci yaşlı kadının gözlerinin görmediğini fark etmiş. “Yardım edeyim mi?” diye sormuş kadına. Kadın ses etmeden yavaşça elindeki küçük kabı uzatmış. Çocuk kabı önce çalkalayıp sonra doldurup kadına uzatmış. Kadın çeşmenin başındaki betona oturmak için değneği ile yolunu bulmuş, gidip oturmuş. Çocuğun uzattığı suyu bir dikişte içmiş. Yaşlı kadın eliyle işaret etmiş Fenerciye. Fenerci de geçip kadının yanına oturmuş.
            Kadın hiç ses etmeden beklemiş Fenerci bir şey söylesin diye. Fenerci tam ağzını açacak olmuş ki yaşlı kadın başlamış konuşmaya. “Ne aradığını bilirim. Neden aradığını da. Lakin bulması zordur. Ne istersen, ne dilersen elde edersin elbet, çabalamak gerek. Dilediğin şey Kara Ormanın derinindeki mağaradadır. Oraya var. Yolun varır da gidersen, gözün görür de bakarsan bulursun” demiş yaşlı kadın. Fenerci yerinden doğrulmuş. Yaşlı kadına yardım etmek için arkasını döndüğünde kadını görememiş. Kadın adeta yok olmuş.
            Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyen Fenerci evine doğru yol almış. Eve vardığında kadının söylediklerini düşünmüş ve yola düşme kararı almış. Evinden çıkmış koyulmuş yola.
            Kara Ormana varmak için az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş… Yolda gördüğü kim varsa sormuş, soruşturmuş sonunda ormanı bulmuş. Lakin orman adının hakkını verir cinstenmiş. Uzaktan bakmak bile Fenerciyi korkutmaya yetiyormuş. Uzun uzun ağaçların nerede bittiğini söylemek çok da mümkün değilmiş. Sanki göz alabildiğine uzanıyorlarmış Fenercinin önünde. Bir cesaret sürmüş atını ormanın içine. Gittikçe gitmiş, ormanın derinliklerine doğru. İlerledikçe ağaçlar sıklaşmış, havanın aydınlığı yerini ağaçların gölgelerine bırakmış. Ormana gireli baya vakit olmuş ama daha ne bir mağara ne de mağara çıkacak bir yol, bir patika görmüş Fenerci. En sonunda durmuş. Bir ağacın dalına atını bağlamış, yüksekçe bir taşın dibine oturmuş. Azığını açmış, içinden bir elma çıkarmış. Elmayı yere koymuş, matarasına uzanmak için o sırada elma yuvarlanıp büyük taşın altındaki bir deliğe girmiş. Elmayı almak için elini soktuğunda elma daha da ileri gitmiş ve bir süre sonra elmanın sekerek düştüğünü duymuş Fenerci. Taşın öbür yanına doğru gitmiş ne olduğunu görmek için.
            Taşın diğer tarafının bir giriş olduğunu fark etmiş. Aşağı, karanlığa doğru inen uzunca bir merdiven görmüş. Atının yanına gidip oradan gaz lambasını alıp yakıp aşağı doğru inmeye başlamış. Hiç bitmeyecek sandığı o merdivenler bir anda bitmiş ve geniş bir odaya açılmış. Dikkatlice duvardan yana yürüyen Fenerci duvarda bir adet meşale olduğunu görmüş ve lambanın aleviyle meşaleyi yakmış. Bir anda odanın her bir yanındaki meşaleler alev almış ve içerisi aydınlanmış. Oda sandığı yer aslında uzunca bir koridormuş. Diğer uca varmak için yürümüş de yürümüş Fenerci. Yürürken bir yandan duvardaki işlemeler dikkatini çekmiş, taşa bir bir, özenle oyulmuş desenler süslüyormuş duvarları. Diğer uca vardığında genişçe bir kapı ile karşılaşmış. Kapıyı açmak için bir hışım yüklenmiş kapıya. Kapı gürültülü bir şekilde gıcırdamış ve ancak aralanmış. Bir kez daha yüklenmiş tüm kuvvetiyle. Bu sefer geçebileceği kadar aralamış kapıyı.
            Kapının ardı karanlıkmış. Elindeki meşale ise ancak gözünün ucunu görmesine yetecek kadar aydınlatıyormuş odayı. Yine duvardan yana gitmiş meşaleleri bulmak için ama bu sefer duvarlarda meşaleleri bulamamış. Tam iyice duvara yanaşmışken ayağı boşluğa denk gelmiş bir anda Fenercinin ve ayağının altındaki taş yere doğru çökmüş. Birden o hizadaki bütün taşlar yere doğru çökmeye başlamış ve suyolu gibi bir yol oluşturmuşlar. Bu yola bir anda gaz yağı dolmaya başlamış. Fenerci elindeki meşaleyi gaz yağına doğru tutmuş. Birden bütün oda aydınlanmış. Dört bir duvarın dibinden aydınlık yükselmiş. Fenerci ne olduğunu anlamaya çalışırken kalın, tok bir ses duyuvermiş. “Kim var orada?” diye sormuş ses. Korkudan cevap verememiş Fenerci. Bir kez daha sormuş aynı soruyu derinden gelen ses. Fenerci bir kez yutkunup cümlesine başlamak üzereyken “ben…” demesiyle birlikte ses “Yaklaş” diye kükremiş.
            Fenerci sesin geldiği duvara doğru yanaşmış. Duvar ortadan ikiye ayrılmış ve duvarın içinden bir dev çıkıvermiş. Fenerci devden uzak durabilmek için geriye çekilmiş. Dev homurdan homurdana bir adım atmış. Sonra avucundaki kâğıdı Fenercinin önüne atıp git diye bağırmış. Fenerci kâğıdı yerden almış ve başlamış koşmaya. “Aradığını bulmuşsun, daha fazla arama” diye seslenmiş dev arkasından ama Fenerci tek solukla bütün yolu koşmuş taa merdivenlerin başına kadar. Merdivenleri de hızlıca çıkıvermiş. O kadar korkmuş ki kalbi göğsünden fırlayacak sanmış.
            Atının yanına geri gelip oturmuş. Devin kendisine verdiği kâğıdı açmış. Bir de ne görsün, bir harita. Kara ormanın her ucunu birleştiren orta yerindeki gölde bir adayı işaret ediyor. Fenerci direkt atına atlamış ve başlamış dörtnala gitmeye.
Bir süre sonra gölün kıyısına varmış Fenerci. Atını bir ağaca bağlayıp kıyıya doğru yürümüş. Adaya nasıl geçeceğini düşünmeye başlamış. Oturmuş, devin kendisine verdiği haritayı açmış ve bir kez daha incelemeye koyulmuş. Ne bir iskele, ne de bir bot görünüyormuş etrafta. Harita da hiçbir iz yokmuş adaya nasıl gidileceğine dair. Oturmuş gölün kıyısına, taş sektirmeye başlamış Fenerci adaya nasıl geçeceğini düşünürken. Uzunca bir süre taş sektirmiş oturduğu yerde. Birden eline bir taş gelmiş. Taş bembeyazmış, tuz gibi. Önce öylesine bir bakmış, incelemiş. Sonra omuzlarını silkmiş ve atmış taşı gölün üzerine. Taşın suya değmesiyle yer şiddetli bir biçimde sarsılmış kısa bir süre, sonra durmuş. Fenerci ne olduğunu anlayamamış. Taş aldığı yere bakıp aynı attığı taşa benzeyen iki tane daha taş görmüş. Onları da alıp tek tek atmış suyun içine. Üçüncü taşı atmasıyla birlikte sarsıntı iyice şiddetlenmiş ve suyun içerisinden dar, taş bir köprü çıkmış. Fenerci hızlıca yerinden doğrulup adanın olduğu tarafa doğru koşmaya başlamış ama köprü o kadar darmış ki bir süre sonra yavaşlamak zorunda kalmış. En sonunda güç bela da olsa adaya varmış. Kıyıya adımını atmasıyla köprü yok olmuş ve köprünün ayağının değdiği yerde göle attığı üç beyaz taş belirmiş. Onları alıp cebine koymuş Fenerci. Ve ağaçların arasında yürümeye başlamış.
Bir müddet yürüdükten sonra birinin şarkı söylediğini duymuş ve sesin geldiği yöne doğru yürümeye başlamış. Küçük tahta bir kulübe çıkmış karşına. Kulübenin arka tarafından geliyormuş ses. Yavaşça kulübenin yanına doğru yanaşmış ve arka tarafa doğru kafasını uzatmış. İpteki çamaşırlar kendi kendine katlanıyor ve sepete diziliyormuş, kimseyi görememiş Fenerci. Gözlerini ovalayıp bir kez daha bakmış. İyice eğilmiş bakmak için. Bu sırada ayağı bir taşa takılmış ve taş çamaşırların olduğu tarafa doğru yuvarlanmış. Şarkı bir anda durmuş ve şarkıyı söyleyen ses “Kim var orada? Göster yüzünü!” diye bağırmış. Fenerci şaşkın bir şekilde bir adım öne çıkmış ama kime ve neye doğru bakması gerektiğini bilmiyormuş. “Sen miydin?” demiş ses. Çamaşır sepetinin olduğu tarafta, kulübenin duvarında asılı olan siyah başlıklı bir pelerin birden hareketlenmiş ve biri onu giymeye başlamış. Fenerci şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibi olmuş. Ortalıkta hiç kimseler yokken bir anda pelerinin içerisinde güzel mi güzel bir kadın belirmiş. Fenerci sessizce kalakalmış olduğu yerde. Kadın Fenerciye doğru yaklaşıp pelerinin cebinden beş tane tohum çıkarmış. “Bu tohumları alıp deniz fenerinin doğuya bakan yanına ek, ama ekerken aralarında birer metre aralık bırak” demiş ve kulübeye girmiş. Fenerci olduğu yerde dikiliyormuş. Kadın kulübenin küçük camını açıp “Ee hadi git artık” deyip gülmüş.
Fenerci koşa koşa uzaklaşmış kulübeden. Gölün kıyısına gelince yine taşları birer birer suyun içine atmış ve taş köprüden geçmiş karşıya. Atına binip dosdoğru evinin yolunu tutmuş.
Ben diyeyim bir gün siz diyin on gün sonra Fenerci varmış evine. Kapıyı bile görmeden ilk iş deniz fenerinin doğu tarafına dönmüş yüzünü. Koşup duvara dayalı küreği almış başlamış tohumları ekmeye birinciyi ekmiş, bir metre arayla ikinciyi derken hepsini ekmiş tohumların ve can sularını da vermiş. Sonra başlamış beklemeye.
Günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları kovalamış. Fenerci tohumlara gözü gibi bakmasına rağmen bir tanesi bile yeşermemiş, filizlenmemiş. Tohumlardan bir iş çıkmadığı gibi günlerce, gecelerce beklediği o karartıyı ne bir daha görmüş, ne de bir daha o karartının içerisinden kendini çağıran sesi duymuş.
Günlerden bir gün Fenerci kasabanın yolunu tutmuş erzak almak için. Fenercinin uzunca bir süre ortadan kaybolduğunu duyan insanlar onun arkasından ettikleri dedikoduları iyice abartmış, Fenerci öldü demeye varana kadar bir sürü yeni söylenti çıkarmışlar. Fenerci başı önde kimseye ses etmeden dükkânlara girip bazılarından boş elle, bazılarından bir iki kese kâğıdı ile çıkmış. Heybesine doldurmuş aldıklarını. Çeşmenin başına gelip biraz su içmek için eğilmiş çeşmeye. Ardını döndüğünde kendisini Kara Ormana gönderen yaşlı kadını görmüş Fenerci. Fenerci daha ağzını bile açamadan yaşlı kadın “Aldın mı tohumları, ektin mi?” diye sormuş. Evet der gibi başını sallamış Fenerci meraklı gözlerle. Yaşlı kadın cebinden bir şişe çıkarıp vermiş Fenerciye. “Bu şişeyi al, bütün tohumların bugün dibini kaz, sonra da bu şişedekini eşit beş parçaya bölüp tohumlara dök” demiş. Fenerci şişeye bakarken kadın ortadan yok olmuş.
Hızlıca evine gitmiş Fenerci. Yaşlı teyzenin dediği gibi bütün tohumların dibini kazıp verdiği şişedeki suyu beş parçaya bölüp hepsine dökmüş. Başlamış beklemeye.
Ertesi sabah uyanıp koşarak bahçeye inmiş Fenerci. Bir de ne görsün! Uğruna onca macera yaşayıp ne umutlarla ektiği o tohumların olduğu yerlerden beş tane ayrık otu bitmiş. Sinirinden olduğu yerde zıplamış, bağırmış. Koşa koşa merdivenleri çıkıp evine girmiş. Oturmuş hıncından ağlamış.
Gece yine ıhlamurunu eline almış ve oturmuş camın karşısına. Denizi izlerken oturduğu yerden deniz fenerinin aydınlığının vurduğu bir noktadan yine aynı karartıyı görmüş. Karartı giderek yaklaşıyormuş. Fenerci bir hışımla koşmuş dışarı. “Kim var orada?” diye bağırmış. Cevap yok. Karartı giderek yaklaşmış ve bir insan siluetine bürünüp dikilmiş Fenercinin karşısına, bir gölge. Gölge ayrık otlarının olduğu yana doğru gitmiş. Bir bir eğilip hepsine bir şeyler fısıldamış ve sonuncuya da fısıldadıktan sonra, geçip hepsinin rengârenk goncaları olan gül fidelerine dönüşmesini izlemiş. Şaşkınlıkla gölgeye ve fidelere bakan Fenerci mutluluktan ağlamaya başlamış. Uğruna onca uğraş verdiği, o kadar hayalini kurduğu tohumlar en sonunda işe yarar bir hale gelmiş.
Gölge oracıkta sarmış Fenerciyi. Sıcacık bir yatak gibi. Fenerci mutluluk ve yorgunlukla uyuyakalmış.
Sabahın ilk ışıkları ile uyanmış Fenerci. Uzunca süredir bulamadığı huzuru bulmuş gibi mutlu bir şekilde, gülümseyerek. Sonra bir anda ne kadar üşüdüğünü fark etmiş. Kafasını gül fidelerinin olduğu yöne doğru çevirmiş. Fideler yok, yerlerinde yine ayrık otları var. Sinirden gidip hepsini sökmeye çalışmış tek tek ama kökleri çok derine iniyormuş. Hırsından gidip orakla hepsini kesmiş. Arkasını döndüğünde tekrardan bitmiş ayrık otları budadığı yerden. Çaresizce oturup ağlamış Fenerci, yapacak hiçbir şeyi olmadığı için.

Sonra geceler, günlerce, haftalarca, aylarca beklemiş Fenerci camın önünde aynı gölgenin gelmesini. Ne gelen olmuş, ne giden… Gitmiş, bakmış, aramış, sormuş… Ne yaşlı kadını bulabilmiş, ne devi ne de kendisine tohumları veren güzel kadını… Kendi ektiği bitmek bilmeyen, sonu gelmeyen ayrık otlarını biri gelip gonca güllere dönüştürsün diye beklemiş Fenerci… Kimse ne kadar beklediğini bilmemiş…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder