18 Ağustos 2015 Salı

YARIM HİKAYE

İnsanların hafife aldığı kadar ufak acılarım yok aslında. O gün de bu düşünceler vardı kafamda. Kırk tilkinin de dolaşıp birbirine selam vermediği günlerden biriydi.
Gecenin yorgunluğu hala üzerimdeydi sabah kalktığımda. Yatağın ucuna oturup hiçbir şey olmamış gibi sigaramı yakmak istiyordum, ama olmuyordu. Zar zor sigaraya uzanıp yaktım eninde sonunda. Olacağı da oydu. Her şey olacağına varıyordu nasıl olsa. Gecenin yorgunluğu diyordum, gece karanık yüzünü güne bırakmıştı. O gün anladım aslında gündüzün de karanlık olabileceğini. İçten içe biliyor ama konduramıyordum.
Evin içinde ikinci bir kişi, yan yana uyuduğun, sarıldığın ama sabah kalktığında tamamıyla yabancılaştığın biri. Mutfakta karşılaşınca zoraki bir gülümseme, içten gelmeyen bir günaydın ve onu takip eden aynı samimiyetsizlikte bir öpücük. Ne kadar yürek parçalayan bir sahne.
Masaya dizilen kahvaltılıklar bile orada olmaktan rahatsızlık duyar gibi. Son çırpınışlarla, çırpınışlardan kastım ufak hareketler değil, sudan çıkarılmış bir balık gibi muhabbet etmeye çalışmak. Dur, dinle, cevap ver, konu tıkandı, yeni konu aç, devam et… Planlı, zorunlu.
Bir tarafta evvelki gece verilen tutulamayacak sözlerin ağırlığı, öbür tarafta son çabalar.
-          Peynir ister misin biraz daha canım?
-          Ben alırım tatlım ya, zahmet etme sen.
-          Olur mu öyle ya. Al bakalım.
Peşine bir gülücük, yanağa kondurulan ufak bir öpücük. Soğuk, samimiyetsiz ama her şeyden çok korkak bir öpücük. Bir sonraki adımın ne olacağını bilmeyen bir öpücük.
-          Ben sana bir çay koyayım. Çayın bitmiş, hiç demiyorsun da. Yumurtayı beğendin mi?
-          Ben alırım canım ya, bekle dur. Yumurta da çok güzel olmuş. Eline sağlık.
Bakışlar bir süre takılı kalır.
Sonra çayı biraz tezgahın üzerine dökmemle kendime geldim aslında. Çayı verdikten sonra bezle sildim tezgahı. Kahvaltı da bitti öyle böyle derken. Ne zaman geliyordu malum konuşma?
Sessizliği bozsun diye açılan şarkıların gizliden gizliye ortamı daha da germeye başlaması da çok sürmedi aslında. Son bir çaba ile atıldım.
-          Dans edelim hadi.
-          Olur.
İsteksizce tutulan eller ve Sezen Aksu’nun aşk yüklü herhangi bir şarkısının tanık olabileceği en acıklı dans. Bir süre sonra dans yerini sarılıp koklamaya bırakınca anladım aslında yavaş yavaş veda vaktinin de geldiğini. Şarkı bitti mi, değişti mi bilmiyorum. Bir süre sonra umursamadım. Ağır ağır birbirinden ayrılan vücutlar ama kenetli duran eller. Neden bilmem ama bırakamadığım eller…
-          Uykun mu geldi?
-          Yemek yiyince mayıştım biraz canım ya. Hava da sıcak ya, ondan. Uzanacağım ben biraz.
-          Tamam.
Uzanılan iki kişilik bir yatak. Sırtı dönük yatan biri, boynunun altından kolumu uzatıp elini tutmaya, sarılmaya çalışan ben. Bir süre öylece uzandım yanı sıra. Dokunmaya korkar gibiydim, bir yandan da deli gibi sarılıp isterken. Bir süre sonra dayanamadım.
-          Kahve yapayım mı sana?
-          Olur, içerim. Dur ben suyunu koyayım.
Bir fincan kahvenin kırk yıl hatrı var diyorlar ya. Anlamıyorum. Yarım fincan kahveyi içtim ancak kendi kelimelerim boğazıma, onu kelimeleri zihnime düğümlenirken. Fincanın geri kalanını ise lavaboya döktüm. Asıl bu kahvenin hatırası var, hatrı yok.
-          Karar verebildin mi?
-          Ne konuda?
-          Dün demiştik ya yarın konuşuruz diye, sabah olsun da konuşuruz demiştik.
Sessizlik. Aslında her şeyi anlatan bir sessizlik. Balkonun rüzgarda aheste aheste uçuşan perdesi de her şeye bir ağır çekim havası ekliyor elbette. Zaman durmuş gibi. Kahveden bir yudum alıyor, bir sigara daha yakıyorum. O bitince bir sigara daha yakıyorum.
-          Bir şey demedin…
-          Ne diyeyim ki?
-          Ne bileyim karar veremedin mi daha?
-          Bilmiyorum.
En sevdiğim cevap. Bilmiyorum. İnsanı her yere götürebilecek bir bilet gibi. Ama sadece gidiş, dönüşü yok. He bir de gideceğin yeri sen seçemiyorsun, onu da unutmamak gerek elbette.
-          Bence bir karara varmalısın artık. Ben de ona göre davranayım.
-          Ayrılalım.
-          Bu mu kararın?
-          Evet, olmuyor. Gücüm kalmadı, yapamıyorum.
Hızlıca doğruldum olduğum yerden. Her adımım da bir anı geliyor çarpıyordu yüzüme. İnsan o kadar kısa zamanda o kadar çok anıyı nasıl biriktirebilirdi. Sadece balkondan mutfağı geçip koridora gelene kadar bin tane farklı anı geldi aklıma. Bu yüzden sevmiyorum anıları, çok çabuk birikip çok can yakıyorlar. Sanki dün şurada birlikte yemek pişiriyorduk. Sanki bana özene bezene kahvaltı hazırladığın gün iki gün önceydi.
Ağlayacak gibi oluyorum tam koridora geçince. Duruyorum. Bir nefes alıyorum, derin bir nefes. Koridorda eşyaları ilk getirdiğimiz gün geliyor aklıma. Bütün eşyaları odalar toplanana kadar koridorda bıraktığımız, hoplaya zıplaya koridoru aşıp odalara girmeye çalıştığımız gün…
Yatak odasına gidip hızlıca üstümü değiştiriyorum. Ben de olan her şeyini bırakıyorum aynanın önüne. Sarılıp huzurla uyuduğumuz yataktan yana yüzümü çevirmeden çıkmaya çalışıyorum. Bakarsam, hatırlarsam gidemem diye korkuyorum aslında.
Hızlıca banyoya girip elimi yüzümü yıkıyorum, diş fırçamı da sırt çantama atıp çıkıyorum banyodan. Işığı kapatmak için geriye baktığımda aklıma geliyor ilk taşındığında banyoyu temizlemeye çalışmam, birlikte aldığımız ilk duş. Işığı da kapatıp çıkıyorum.
Onun yanına gidiyorum balkona. Ağlıyor.
-          Neden ağlıyorsun?
-          Kolay mı?
-          Değil mi?
-          Değil.
-          Kolay değilse neden yaptın?
Yine sessizlik. Son sigaramı da içip söndürüyorum. Kapının önüne kadar geliyor beni geçirmek için. Ağlamaya devam ediyor. Ağlama diyorum. İçim elvermiyor ağlamasına. Avuç içlerimle yanaklarını kavrayıp göz yaşlarını siliyorum. Ağlama!
-          Beni seviyor musun?
-          Seviyorum.
-          O zaman neden ayrılıyoruz? Seviyorsan söyle elimden ne geliyorsa yapayım, bitirme ama. Kestirip atma.
-          Olmuyor.
Duymaktan en çok usandığım kelime.
-          Pişman olur musun acaba?
-          Bilmiyorum.
-          Olursan bir saniye bekleme olur mu? Seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun değil mi?
-          Biliyorum.
İyi diyorum kendi kendime. En azından bunu biliyor. Son kez sarılıyorum. İçini çeke çeke ağlıyor o, ben ise kokluyorum boynunu. Son kez. Bırakamıyorum.
-          Beraber aldığımız şeylere de sahip çık. Onlar hep bizim olsun.
-          Tamam.
Ağlamaya devam ediyor. Anlamlandıramıyorum. Yine siliyorum göz yaşlarını.
-          Seni seviyorum.
-          Ben de seni.
-          Hoşça kal.
-          Hoşça kal.
Çıkıyorum evden. Hızlı adımlarla. Arkama bakmamaya çalışıyorum. Ağlamaya başlıyorum. Apartmanın dışında, durağın olduğu yere inen merdivenleri iniyorum. İlk kez, tüm yaz boyu ilk kez sıcak umrumda değil. Durağa varmadan dönüp bir kez daha bakıyorum, acaba pencereden de olsa bir kez daha görür müyüm diye. Göremiyorum, çıkmıyor pencereye. O da benim ardımdan bakmıyor.
Birkaç gün geçiyor aradan. Annem geliyor yanıma her gün.
-          Aradı mı?
-          Aramadı anne.
-          Tamam üzülme.
Birkaç gün sonra yine.
-          Aradı mı?
-          Aramadı anne. Aramayacak.
-          Tamam üzme kendini.
-         
-          Ben de onu rüyamda gördüm.
-          Ne alaka anne ya? Nasıl gördün?
-          Benden helallik istiyordu. “Çok ekmeğini yedim teyzeciğim, hakkını helal et” diyordu bana.
-          Hmm. İyi.
Bir süre sonra diğer insanları da görmezden gelmeyi öğreniyorum sanırım. Yaşadığım ucuz bir romantik filmden alınmış bu sahneleri kafamdan silmeye çalışıyorum, ne kadar başarılı olduğumu kendimde bilmeden. An geliyor ona sinirleniyorum, an geliyor kendime.
Müzik dinliyorum elbette. Her ayrılığın olmazsa olmazı. Sonra şaşırıyorum, insan aynı şarkılara ayrı acılarla kaç kez hüzünlenebilir, umutlanabilir?

“Çünkü ayrılık da sevdaya dahil, çünkü ayrılanlar hala sevgili” midir?

İnsanların hafife aldığı kadar ufak acılarım yok aslında. İnsanların anlayamayacağı kadar büyük umutlarım var sadece.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder